Cumhurbaşkanı ve hükümet niye hakaret davaları konusunda bu kadar hassas, bu kadar katı? Niye her sosyal olayda güvenlik kuvvetlerinin orantısız güç kullanmaları bu kadar sıradanlaştı? İnsanları kamplaşmaya itmek, ülkeyi kutuplaştırmak ne derece akıl karı? Bir toplumda eşlerin birbirlerini, oğulun babasını, babanın çocuklarını, öğrencilerin öğretmenlerini, işyerinde çalışanlarının birbirlerini jurnallemesinin istenmesi ve hatta bu alçaklığın gerçekleşmesi akılla, izanla, vicdanla izah edilebilir bir durum mudur? Havaalanında öndeki şahsın dediklerine kulak kabartıp polise jurnallemek övünülecek bir meziyet midir? Var mı hatırlayan o kadını hani kocasının cumhurbaşkanı hakkında küçültücü sözler kullandığı için polise şikayette bulunmuştu? Veya, görev yaptığı ildeki tüm kamu kurumlarına genelge göndererek kamu görevlilerinin birbirleri hakkında, eşleri, çocukları, komşuları, kısaca duyup görebildikleri herkes hakkında “devlet büyüklerine” karşı “küstah cümleler” kullananları, cumhurbaşkanına, başbakana ve hükümet yetkililerine hakaret edenlerini bildirmeleri emrini veren o vali yardımcısını hatırlıyor musunuz? Kim ne derse desin bu kafa, bu mantalite sağlıklı olamaz. Sanki ulusça şizofreni kuyusuna yuvarlandık diyeceğim, ama diyemiyorum çünkü korkuyorum. Birisi beni polise jurnaller veya Saray’ın danışmanlarından birisi şikayette bulunur başım derde girer diye endişeleniyorum. Nasıl cüret ederim? Maalesef demeliyim ki bu toplum ne normal ne de sağlıklı olarak tanımlanamaz. İfade özgürlüğü bu değil tabii ki. Olanla idare mi etmeli, “Yetmez ama evet” mi demeliyiz? Yoksa “Yetmez, kandıramazsın, hakkımızı istiyoruz, Susmuyoruz, susmayacağız” mı demeliyiz? O meşhur 12 Eylül’ü yargılayacaklar umuduyla bir başka 12 Eylül olayında, enteresan bir anayasa değişikliği paketine “Yetmez ama evet” diyenlerden değildim nihayette... Ülkenin ve halkın üzerine giderek koyulaşan ve adeta boğan bir korku örtüsü örtülüyor. Bu devamı mümkün olmayan durum sona ermeli, ama nasıl. 2013 Gezi Olayları bu günün “resmi” Türkiye’si tarafından ve bat içindeki medya kesimi tarafından “darbe teşebbüsü” olarak algılansa da aslında bir “teslim olmadım, olmayacağım” çığlığı değil miydi umudumuz gençliğin, aydın Türkiye’nin? Evet yüzde elliye yakın hatta fazla oy almak demokrasilerde büyük başarıdır, saygı duyulmalıdır. Ancak, kimsenin, bırakın %50 almayı, %75 hatta daha fazla oy alsa da “Halk bana oy verdi, çoğunluk beni tercih etti. Öyleyse egemenlik halk adına kayıtsız şartsız benimdir. Ben ne dersem o” deme hakkı demokrasilerde olmaz, olamaz. Demokrasi ne sadece bir seçim kutusu, ne de arada bir insanlara sorulan anket sorusudur. Kurumları, normları, ilkeleri ama bağımsız yargısı ve özgür basını olmadan olamayacak bir yönetim şeklidir demokrasi. Hapiste 37 gazeteci, iki yılda 2000’den fazla “hakaret” davası, kutuplaşmış, birbirine düşman edilmiş halk katmanları normal, kabul edilebilir ülke manzarası olamaz. Hani “dindar ve kindar” yeni nesil yetişecekti ya, işte okulların bu günkü isyanı o projenin bir adım daha ileriye gitmesi için atağa kalkan iktidara son bir “Aman etme, eyleme” yakarışıdır, o kadar. Irak’ın Saddam Hüseyin döneminde seçim var mıydı? Vardı. Üstelik Saddam her seçimden %90 falan alırdı, seçim sonrasında da “Saddam’a oy vermeyen o başı bozuklar kimler” diye ona oy vermeyenlerin avı başlardı. O durumda değiliz tabii, çok şükür. Ama seçimse seçim, o günün Irak’ı demokrasi ile mi yönetiliyordu? Ya bu günün İran’ı? Orda seçim yok mu? Hadi İran’da demokrasi var diyelim, kim inanır? Bonn’da Deutsche Welle tarafından gerçekleştirilen Global Media Forum dolayısıyla dünyanın dört bir tarafından katılan gazeteciler, aktivistler, bilim adamları ve siyasetçilerle sohbet imkanları buldum. Bazıları daha birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’ye hayranlıkla baktıklarını anlatıyor, bazıları ise siyasi İslam’a hep şüphe ile baktıklarını anlattılar. Türkiye büyük ülke ve tabii ki ilgi topluyor. Ermeni meselesine falan teğet birkaç laftan başka pek takılan olmadı, ama bu yılın İfade Özgürlüğü Ödülü sahibi sevgili dostum Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin dahil konuya değinen hemen herkes “uzlaşı” kültürünün ve “tarihte olduğu iddia edilen olayların ne olduğunun tespiti siyasilere değil, tarihçilere düşer” çizgisindeydi. Ama konferans ev sahibi bir yayın kurumu, konu basın ve ifade özgürlüğü ve ödülü alan da bit Türk olunca doğal olarak Türkiye spot ışığı altında oldu hep. Siyasi İslam geniş İslam coğrafyasında büyük etkiler yapmış, derin izler bırakmış bir akım. Sudan da biliyor, Filistin de, Libya da, Mısır ve Suriye de... Hele Irak, bilmeyen kaldı mı bu coğrafyada siyasi İslam’ı Harici, Selefi, Vahabi falan derken Müslüman Kardeşler’e nasıl geçiş yapıldığını. Müslüman coğrafyasında demokrasi getirmek için yola çıkanlar, bu coğrafyadaki tek örgütlü gücün siyasi İslam olduğunu ve sandık demokrasidir gibi basit bir yaklaşımın her tarafta o tek örgütlü gücün zaferi sonucunu vereceğini nasıl göremediler acaba? Göremediler mi, görmediler mi, bile isteye göz mü yumdular? Kim bu adamlar? Dünün köle tacirler, kolonicileri bu günün büyük ve muzaffer devletleri. Suriyeli de, Iraklı da, Yemenli veya Sudanlı da anlıyor siyasi İslam denildiğinde sıkıntının boyutunu, Amerika ve diğer yeni-kolonici dünya düzeninin önde gelen ülkeleri tarafından hepsi de yaşadılar ve öğrendiler. Bir Yemenlinin bile Türkiye’deki durumu “korkunç” olarak tanımlayabilmesi ise bizler için tabii ki onur kaynağı olamadı. Türkiye düne kadar laik, demokratik yapısıyla gıpta ile bakılan bir ülkeydi. Evet din ve tarihle ilgili sorunları aşmalıydı ama, aşarken böyle açılıp da dağılmamalıydı da. Gelinen nokta bir uçtan diğerine serbest savrulma, başka bir şey değil. Görmüş coğrafyanın tüm insanları Türkiye’deki uygulamaların. Atta daha da profesyonelce yapılanlarına tanık olmuş. Ama bu kim demokrasiyi daha iyi iğfal edebilir yarışı değil ki. DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu, mesela, Diyarbakır konuşmasındaki ifadeleri nedeniyle ifadesi alınmış, bazıları kısa süre tutuklanmış, serbest bırakılmış. Devamlı baskı altındaki bir gazetenin “nöbetçi” genel yayın yönetmenliği yapmaya kalkan bir sürü gazeteci gözaltına alınmış sorgulanmış serbest bırakılmış. Dayanışma içinde olmak ne zamandan beri suç? Norveç’te Basın Özgürlüğü Ödülü verildiğinde gidememişti Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül. Mahkum oldular, yurt dışı yasakları kalktı, gittiler ödülü aldılar geçen ay. Şimdi mahkum değilken gidemediler, mahkum olup dava Yargıtay aşamasındayken gidebildiler. Demek ki kaçmalarından korkulmuyor, soruşturma dönemindeki aylar süren ilk tutuklama çok sıkıntılı imiş... Dahasını diyemiyorum, mahkemeye, hakimlere hakaretten yargılanmak, kahraman olmak istemiyorum. Bonn’da Sedat Ergin’e ödül verilmesinden Sedat’ın ve Hürriyet’in endişesini anlayamamıştım. Bir gün sonra Brüksel’de Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz tarafından kabul edildi. Tabii saygı gösterildi, kırmızı halı serildi. Onurlu bir gazeteciye destek nasıl verilmeli ise o yapıldı. Can’ın şahsında Türk basınına destek ilanıydı bu. Ne oldu Türkiye’de? Can Dündar’a gösterilen saygı ve uygulanan protokol aslında “yabancıların nasıl maşası” ve “ne büyük hıyanet içerisinde” olduğunun kanıtı imiş. Öyle yazdı biat medyasındaki bazı kalemşörler. Halbuki bu ödüller zor dönemden geçen Türk medyasıyla dayanışma ilanlarından başka bir şey değiller. Sedat Ergin’e ifade özgürlüğü ödülü de Can Dündar’a kırmızı halı serilmesi de, Türk basınının biat etmemekte direnenlerine dayanışma deklarasyonlarıdır. Hani Kırmızı halı deyince, çoktan anı oldu Türkiye’de... Birileri halk adına, halk için, ve en iyisini her zaman o bildiği için Turkuazda karar kıldı, sorgusuz sualsiz değişiklik yürürlüğe girdi. “Acı gerçekler” demiştik yazının başlığına... Hadi Reha Muhtar’ın kulağını çınlatayım, hissediyor musunuz, acı var mı, acı?