Filinta Önal: “Sanatçı da, siyasetçi de, memur da aynı hamurdan, hepimiz birbirimize benziyoruz”

Ahmed Arif’in oğlu Filinta Önal’la yaptığımız röportajın ikinci kısmında, Önal Türkiye’deki sanat anlayışını ve mevcut durumun arka planını anlatıyor. Türkiye’de burjuva sınıfı yaratılamadığı için eğitim, kültür ve bilimin yeterince desteklenmediğini kaydeden Önal, Avrupa ve Türkiye’yi karşılaştırarak mevcut durumu tarihsel açıdan değerlendiriyor. Tolstoy’un torunu olan eşi Ressam Natalie de, Tolstoy’un torunu olmanın kendisi için neyi ifade ettiğini anlatıyor
RÖPORTAJ / SULTAN YAVUZ - Röportajımızın ikinci kısmında usta şair Ahmed Arif’in oğlu Filinta Önal, Türkiye’deki sanat dünyasının durumunu Tanzimat’la başlayan Batılılaşma hareketinden günümüze kadar olan süreçte ele alıyor. Konuya eleştirel bir dille yaklaşan Önal, Türkiye’de sanat ve bilim açısından mevcut durumu “Türkiye’nin burjuvalaşamaması sorunu” olarak değerlendiriyor. Cumhuriyet’in ilk kuşak sanatçılarının köyden çıkarak aldıkları eğitimle ressam ve heykeltraş olduklarını, bu güzel gelişmenin ise yarım kaldığını belirtiyor. Bu kuşağın yurt dışında da eğitim aldıklarını ancak özgün bir üslup geliştiremediklerini kaydeden Önal, “Ne yazık ki tekniği aldılar ama sindiremediler. Çok iyi resim ve heykeller var ama bunu prestije dönüştürme konusunda Batı’daki sanatçılar kadar başarılı olamadılar. Bizdeki Ortadoğu zihniyeti sanatçıda da, galericide de, koleksiyoncuda da var. Bunlar aslında Türkiye’nin burjuvalaşamaması sorunu” şeklinde tanımlıyor. Köylü bir toplum olarak burjuva sınıfının yaratılmadığını ve burjuva olarak görülenlerin “zengin olmuş küçük burjuva” olduğuna dikkat çeken Önal, burjuva sınıfının önemine ilişkin şunları kaydediyor: “Burjuva dediğin iyi bir şeydir. Eğitimli ve kültürlüdür, birkaç kuşak şehirlidir, üniversite görmüştür, zariftir. Kültürü de bilimi de destekler, çünkü ihtiyaç duyar. Bizde bu sınıf gelişmediği için de olmuyor. Sanatçısı da, tüccarı da herkes birbirini sömürmeye çalışıyor ve bu utanç verici bir durum. Galericiler genelde çalışmadan para kazanmak arzusu ile sanatçının işini satmak, bundan komisyon almak ve sergilelenen ürünlerden birkaç tane elde etmek peşinde. İstanbul ve Ankara’da birkaç grup var böyle, ben hiç birini önemsemedim. Sanatçı dediğin de genelde sınıf atlama derdinde ve galerici de bunun farkında… Hiç unutmam, Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı görevindeyken, Meclis’teki bir kavga nedeniyle, vekiller birbirini yumruklamıştı. Bunun üzerine kendisine soru soran bir gazeteciye biraz da agresif bir şekilde, ‘Halk neyse, parlemento da odur kardeşim’ dedi. O da farkında yani… Dolayısıyla sanatçı da, siyasetçi de, memur da aynı hamurdan, hepimiz birbirimize benziyoruz. Sanatçı da temiz değil… Sanatçı niteleğinden önce insan olmanın gerekliliğine vurgu yapan Önal, atölye komşularının farklı iş kollarından gelen insanlar olduğunu ve aradaki temel farkın hayatın koşulları olduğunu söylüyor. Önal, “Önce insan olmak önemli, sonra sanatçı da olursun; tornacı da. Ben 20 yıldır kendi atölyemde çalışıyorum. Komşularım araba tamircisi, kaportacı, tornacı, kepçe tamircisi… Hayatın bizzat içindeyim. Onlar tamirciyse ben de heykelciyim, bir farkım yok ki… Onun hayatı ve koşulları başka, benimki başka. Ama önce insan olmalısın, sonra tornacı mı, sanatçı mı ne olursan oluyorsun, hayatın içinden ayıramazsın” diye anlatıyor. “Onlar Ortaçağ’ı yaşarken, biz İslam Rönesansı yaşıyorduk Batı’da Ortaçağ yaşanırken Doğu’da felsefe, astronomi ve bilimin yeşerdiği bir ortam olduğunu, fakat daha sonra mezhep savaşları, Moğol istilaları ve iktidar mücadeleleri nedeniyle, bu coğrafyanın Avrupa’nın karanlığına boğulduğunu belirten Önal şunları ifade ediyor: “Ne kütüphaneler ne bilim kalmış ve Batı’nın çok önündeyken, durum tersine dönmüş. Bu coğrafyada heykel geleneği çok eskilere dayanıyor ve buradaki tüm birikimi korumak lazım. Gelenek var ama İslam geleneği ile kesintiye uğramış. Batı da bu sırada Rönesans ve Reform yaşamış ve önleri açılmış. Resim, heykel ve müziğin kopmadan devam etmesinin sebebi de, karanlık bir kurum olan Katolik kilisesinin bizzat kendisi. Kendi ideolojisini resmetmek için heykeltraş ve müzisyenleri kullanmış. Michelangelo bile kiliseye çalışmış. Bazı akademisyenler kilise eserlerinin sanat değil, sipariş olduğunu söylüyor ama yüzlerce yıl devam etmiş bu gelenek. Rönesans’tan sonra da bireysel ya da toplumsal sanat türleri ortaya çıkmış. Sanat için de sanat yapılabilir düşüncesi, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış. 19. yüzyıldaki hümanist hareketlerle sanat da bireyselleşmiş. Din baskısı altında da olsalar, mesleklerini icra edip geliştiren Batılı sanatçılara karşın, bizde böyle bir ihtiyaç olmamış. Camilerde tasvir ve soyutlamalar var, heykel yapılmamış ama mesela camilerin üstünde inanılmaz taş işçilikleri var ki heykeleden daha zordur. Bizde daha soyut dışavurumlar mimaride ve mezar taşlarında gizliden devam etmiş.” “Halk, ‘Başımıza ne geldiyse okumuş takımından geldi’ demiş Batılılaşma hareketinin Tanzimat’la başladığına dikkat çeken Önal, Osman Hamdi Bey’in bu anlamda belirleyici olduğunu kaydediyor. Aydın ve halk arasındaki ayrıma lşkin çarpıcı bir değerlendirme yapan Önal, bu konuya ilişkin de şöyle konuşuyor: “Bizde Tanzimat’la başlayan Batılılaşma, Cumhuriyet’le kurumsallaşır. Temsil ise Osman Hamdi Bey’le başlıyor. Fatih Sultan Mehmet resim yaptırmış mesela, okul açılmış, hocalar yetiştirilmiş. Cumhuriyet ise bunu geliştirerek devam ettirmiş. Bizde Batılılaşma geç başlasa da, iyi ve güncel örnekler çıkıyor. Bir de batıyla aramızdaki temel fark şu; batı karanlığından kurtulmak için yavaş yavaş eğitim ala ala mücadele etmiş ve burjuvazi de öyle gelişmiş. Dolayısıyla halkın içinden çıkan bir çocuk eğitim alma şansı buluyor, filozof da şair de oluyor ve halk onu dinliyor. ‘Bizim içimizden bir çocuk’ diyor. ‘Fransız Devrimi, hümanizm’ dediği zaman peşinden giden bir halk var. Bizde ilerici hareketleri isteyen öncüler ise Tanzimat’tan bu yana genelde İstanbul’da saray çevresinde okuma şansı bulmuş ve yurt dışına da gitmiş şanslı bir azınlığın parçası… Ülkeye döndüklerinde ‘Biz neden öyle olmayalım?’ diye düşünmüşler ama halk, ‘Ne geldiyse başımıza sizin yüzünüzden, okumuş takımından geldi’ demiş. Ne yazık ki bu anlayış hâlâ sürüyor.” Tolstoy’un torunu Natalie Eşi Natalie’nin yazar Lev Tolstoy’un torunu olduğunu, tanıştıktan iki yıl sonra öğrenen Önal, bu durumu ise şu sözlerle anlatıyor: “Biz tanıştık, anlaştık ve evlenelim diye konuşuyorduk. Ben Natalie’ye, Türkiye’de yaşarken ekonomik sıkıntılar da çekebileceğimizi söyledim. ‘Benim hayatta olmayan bir babam var ve sizdeki Gorki gibi biri… Seveni de sevmeyeni de var, genelde resmî işlerde engeller oluyor, sıradan bir insanın çocuğu olsaydım on kat fazla iş bulurdum’ dedim. O da “Anlayabilliyorum, bizim dedelerden biri de yazarmış’ dedi. Tolstoy olduğunu söylediğinde şaşırdım. Elbette bizim kimin çocuğu ya da torunu olduğumuz değil, bireysel olarak kim olduğumuz önemli. Tolstoy büyük bir yazar, filozof ve çılgın bir adam. Üzerinden uzun yıllar geçmiş tabii…” Rusya’daki devrimin, gerçek bir devrim niteliğini taşımadığını savunan Önal, o zamanki Sovyet sistemini de şöyle eleştiriyor: “Bir de üzerlerinden devrim adında bir saçmalık geçmiş. Stalin denilen bir şeytan var ve tüm aileleri, ‘sen aristokratsın, senin paran var’ diye Sibirya’ya sürgüne yollamışlar, aileler paramparça. Birbirleriyle alakaları yok. Entelektüel, aristokrat ve burjuva takımına neredeyse bir soykırım uygulamış, cahil köylüleri de yüceltmiş. O sistem çalışır mı?” Üretim kadar tembellik de hak Üretim kadar tembellik hakkı da olduğunu savunan Önal, insanın doğası gereği konfora ve tembelliğe de ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. Tembelliğin de çalışmak kadar genetik kodlara dayandığını kaydeden Önal, “Bazen kurumsal siparişler oluyor. Anıt gibi ya da elçiliklerin bahçelerine yapılacak işler… O zaman gece gündüz çalışıyorsun ama işin özgün kısmında, yani sergiler için yaptıklarında ruh haline göre çalışma süren de değişiyor. İlham bekleyerek gelmez, bir şeyle sürekli hemhal olursan fikir de ilham da gelir” diyor. Çok çeşitli malzemelerle çalıştığını söyleyen Önal, en çok taşla uğraşmaktan zevk aldığını belirtiyor. Her çocuğun ebeveynlerinden özellikler taşıdığını kaydeden Önal, “Genetik hükmünü sürdürür. Birkaç kuşağın yaşadığı bireysel acı ve mutluluklar da bize aktarılıyor. Dolayısıyla pek çok şeyin babama benzediğini görüyorum ama pek çok özelliğim de farklı. Çünkü çağ da bizi biçimlendiriyor. Sadece babama değil, varlığımı borçlu olduğum anneme ve beni törpüleyen eşime de çok şey borçluyum, topluma da…” diyor. Ankara… Ankara’yı çocukken çok sevdiğini ve dünyanın neresine giderse Ankaralı olduğunu sözlerine ekleyen Önal, Ankara’daki mevcut duruma dair şunları söylüyor: “Dünyada şehir plancılığı diye bir meslek var, bizde henüz gelişmedi. O şehrin 100 yıl sonra ne olacağını bilirsin, her şeyin yeri bellidir. Biz ise kaynakları bitire bitire gelmişiz, köyden kente göç devam ediyor hatta şehirliler kıra gitmeye başladı. Ankara eskisi gibi değil, her şey geri dönüşü olmayacak şekilde değişti. Babamla yürüdüğüm ağaçlar, parklar, binalar kalmadı. Meydanlar da, bellek de silindi. Gelen insanlar da geldikleri şehri benimseyemiyor. İstanbul’un durumuna bak, hâlâ yerleşemedik. Yık, baştan yap, yık, baştan yap… Fethettik ama yerleşemedik.” Natalie Önal, “Tolstoy’un torunu olduğumu söylemiyorum” Mütevazı duruşu ve misafirperverliğiyle dikkat çeken Filinta Önal’ın eşi Ressam Natalie, ne fotoğraf çektirmeye ne de uzun uzadıya Tolstoy’dan bahsetmeye niyetli değil. Sıkıldığı zamanlar resim yaptığını kaydeden Natalie, eşine yardımcı olduğunu ve fikirlerini paylaştığını söylüyor. İlkokuldayken yaptığı resimlerdeki bakış açısı öğretmenlerinin dikkatinden kaçmayan Natalie, ekonomi ve ardından tarih okumuş ama resimden kopmamış. Bankacılık mesleğini sevemediğini belirten Natalie, daha sonra çöken ekonomi ile iş yerinin de kapandığını ve özgür olduğunu söylüyor. Düz yazıyla ilgilenmediğini dile getiren Natalie, 13 yıldır Türkiye’de olduğunu ve kendi dilini konuşurken zorluk çekebildiğini ifade ediyor. Tolstoy’un torunu olduğunu tanıştığı insanlara söylemediğini belirten Natalie, şunları ifade ediyor: “Akrabayız ama Moskova’da daha çok akrabamız var, fakat hiç biriyle ilişkimiz yok. Savaş nedeniyle insanlar dağıldı, onların hayatının da ne kadar zor olduğunu tahmin edebiliyorum. ‘Ben torunuyum’ diyerek insanlara rahatsızlık vermek istemem, karakterime uymuyor. Belki Moskova’da olsaydım, akrabalarımla tanışabilirdim ama insanlar çok soğuk ve hâlâ korku içindeler. Tolstoy’un torunu olduğum için gurur duyuyorum, belki sanata olan yeteneğim de oradan geliyor. Resim ve müziğe yatkınlığım, üniversiteye severek girmem, bence ondan aldığım özellikler… Ama üstünden çok zaman geçti, önemli olan kimin torunu olduğumuz değil, nasıl bir kişiliğimizin olduğu…” Her ne kadar Filinta Önal da, Natalie de tevazu göstererek, kimin akrabası oldukları konusunu çok gündemlerine almasalar da, ben bu iki sanatçı ruhun birbirini bulmasını oldukça büyüleyici buldum. Belki de Ahmed Arif’in ruhu, Filinta Önal’ın eserlerinde; Tolstoy’un ruhu ise Natalie’nin resimlerinde yâd ediliyordur. Kedileri Olivia ile evlerini paylaşan çiftin üretkenlikle geçen nice yılları olması dileğiyle…