Demirkent: Endişem, üniversiteye döndüğümüzde bizi terörist ilan edenlerin kurumlarına döneceğiz

SULTAN YAVUZ - Türkiye’de 10 Ocak 2016 yılında yayınlanarak, 1128 akademisyenin imza attığı “Barış için Akademisyenler” bildirisinin yayınlanmasının ardından söz konusu akademisyenler hakkında “örgüt propagandası” suçundan dava açıldı. Savcı İsmet Bozkurt’un hazırladığı iddianame ile 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) “örgüt propagandası” fiilini düzenleyen 7/2 maddesinden dava açıldı ve yüzlerce akademisyen kurumlarından ihraç edildi. Bu durum uluslararası arenada ses getirirken, pek çok akademisyen hakkında kesinleşmiş hapis cezaları verildi. Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi (AYM)’ne başvuran 10 akademisyen için Yüksek Mahkeme “hak ihlali” kararı vererek, ihlalin ortadan kaldırılması ve yeniden yargılanma yapılması için karar örneğinin yerel mahkemelere gönderilmesine ve başvurucularına 9 bin lira tazminat ödenmesine hükmetti. Bu durum, yargı yolunun yeniden açılmasını gündeme getirirken, Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden 1071 akademisyen, AYM’nin kararına karşı bildiri imzalayarak, “AYM terörü meşrulaştırılamaz” dedi. Daha sonra bu bildiriye imza attığı iddia edilen bazı akademisyenler, bildiriye imza atmadıklarını sosyal medya hesaplarından açıkladılar. The New York Times gazetesi ise Suzy Hansen imzalı “Sizin Gibi İnsanların Devri Bitti’: Türkiye Entelektüelleri Nasıl Tasfiye Etti” başlıklı bir makale yayınladı. Makalede, Mülkiye’nin Türkiye tarihindeki rolü ve gelinen noktada yaşananlar anlatıldı. 36 akademisyenin ihraç edildiği Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF-Mülkiye)’nin “bu tasfiye sürecinde özel olarak hedef alındığının “belirtildiği makalede, Mülkiye’nin “Türkiye’deki devlet kadrolarında klasikleşen yerinin yok edilmeye çalışıldığı” da belirtildi. Mülkiyeliler Birliği Başkanı Dinçer Demirkent, Mülkiye’nin nasıl bir geleneğe sahip olduğunu, imza sürecinin ardından yaşananları ve AYM kararını 24 Saat gazetesine değerlendirdi. “Barış için Akademisyenler” bildirisine imza atan ve ihraç edilen akademisyenlerden birisiniz. Önce sizi tanıyabilir miyiz? Şimdi neler yapıyorsunuz? Dinçer Demirkent: İzmir’de 2003 yılında liseyi bitirdikten sonra SBF’de lisansa başladım. Ardından doktorama devam ederken, 2011 yılında Sinop Üniversitesi’nde uzman olarak çalışmaya başladım. Daha sonra SBF’nin Anayasa Kürsüsü ’ne girdim, 2015 yılında bu kürsüde doktora tezimi yazdım. 2017 yılının Şubat ayında da 686 No’lu KHK ile atıldım. Sonrasında bir yıl çeviri, editörlük gibi işler yaptım. O arada İnsan Hakları Merkezi SBF’ye kapatılmıştı. Neredeyse tüm elemanları da ihraç edilmişti. Sadece Kerem Altıparmak Hoca okuldaydı fakat merkez kapatılınca, onun da merkezle bir bağı kalmadı. Bu arada 2018 Mart’ında Mülkiyeliler Birliği seçimleri oldu, biz ikinci başkanımız Pınar Ecevitoğlu Hoca’nın da olduğu bir ekiple seçime girdik. Seçimi kazandık, dolayısıyla 2018 Mart’ında Mülkiyeliler Birliği Başkanı oldum. Yönetimi alınca, İnsan Hakları Merkezi’ni buraya taşıdık. Bir de Avrupa Delegasyonu’nun desteğiyle İnsan Hakları Okulu’nu kurduk. 2017’nin Ocak ayında çalışmaya başladı ve 2018 Eylül’ünde de ilk derslerimizi açtık. İnsan Hakları Merkezi’nin yaptığı bütün faaliyetleri yapan, aynı zamanda bir okul kimliğini kazanmaya dönük çalışmalar yapan online bir kütüphane kurmaya çalışıyoruz. Dersler var, yaz okulumuz var, araştırmalar yapıyoruz. Şimdi hem oradayım hem de Mülkiyeliler Birliği başkanıyım. “İstanbul Adliyesi bir tür akademiye dönüştürüldü” “Barış için Akademisyenler” bildirisine imza atan ve ihraç edilen akademisyenler şimdi ne yapıyor? İhraç, hayatlarını ne şekilde etkiledi? Bir akademisyen de bu süreçte intihar etti... Demirkent: Akademisyenlikte de bir iş gücü sarf etmekle beraber, her meslekte olduğu gibi onu diğer mesleklerden ayıran bir özgünlüğü de var. Bu işe kendinizi vakfediyorsunuz. Örneğin bir makale yazacaksanız, kendinizi kapatıyorsunuz. Ders hazırlayacaksanız, dünyayla aranıza başka bir mesafe koyuyorsunuz. Üniversitenin eleştirel bir yerden ‘fildişi’ olarak tanımlanmasının bir mantığı da var; akademik meslekte kendinizi açmak için biraz kapatmak zorundasınız. Tefekkür gerekiyor, çok çalışmak gerekiyor ve bunları da yaparken, elbette hayatınızı da buna göre kuruyorsunuz. Sabah 08.00’de gidip akşam 17.00’de çıkmıyorsunuz. Mesela doktora tezimi yazarken okulda yatıyordum. Ve kurduğunuz bu hayattan mutlusunuz. Dolayısıyla benim Siyasal’la kurduğum ilişki, lisans hayatım, akademisyenlik hayatım ve sonrası bakımından, orayı bir işyeri olarak görmek değildi aslında. Evet, işyeriydi, biz orada çalışıyorduk fakat bir yandan da okulun bahçesinde kamusal sohbetler yapardık ve genelde akademik meseleler ve diplomasiyle ilgili konular konuşulurdu. Orası bir tür yaşam alanıydı bizler için. Öğrenciler, akademisyenler, idari personel gibi tüm bileşenleriyle bir üniversite vardı, sanki onun içine doğmuş, orada büyümüş gibiydik. Dolayısıyla bizi meslekten ihraç edince, sadece bir iş ve ücret kaybı gibi sorunlar değil, hayatımızı var eden şeylerden birisi alınmış oldu. Kaldı ki artık başka üniversitelerde de çalışamıyoruz. Neredeyse çalışmamızı bile yasaklayacaklar. İmzadan sonra yaşananlarda, cinsiyet farkları, yaş ve rütbe farkları, şehir farkları da insanları farklı ölçüde etkiledi. Örneğin bir profesörün bu durumdan etkilenmesiyle bir doçent aynı şekilde etkilenmedi. Ya da bir doçent ile bir asistan... Bunun yanında, bir arkadaşımız canına kıydı, yani öldürüldü. Öldürülmesi sadece ihraçla ilgili değil, bu ihraca varana kadar, çok önce başlayan onur kırıcı olaylar yaşandı. Örneğin Siyasal Bilgiler Dekanı ‘Siz değerli insanlarsınız, imzalarınızı çekin yoksa atılacaksınız’ gibi cümleler sarf etti, tehditler savurdu. Onun ötesinde Mülkiye’de daha az olsa da, örneğin Bolu’daki arkadaşlarımız yerel gazeteler tarafından hedef gösterildi. Can güvenliği tehlikesi yaşadılar, gecenin bir vakti evleri basıldı, arandı. Oysa mahkemelerin böyle bildirilere dava açmaması gerekiyor. Çünkü o varsayımı kanıtlayacak hiç bir delil sunulmadığına ilişkin mahkeme de çok ciddi bir tespit yapmıştı. Dolayısıyla sadece taciz etmek için, onları korkutmak için bir takım baskınlar, can güvenliğine yönelik ‘Bunlar teröristtir’ diye gazetelerde başlıklar, o şehirde yaşamalarına artık imkân vermeyecek bir noktaya gelmiş saldırılar yaşandı. Bu bir boyutu… Diğer boyutu da geçim... Çünkü son tahlilde bir de işten atılıyorsunuz ve bunu bilmiyorsunuz. Bir gece Resmi Gazete’de kararname yayınlanıyor, isminizi orada gördüğünüzde biliyorsunuz ki tüm haklarınızdan mahrum ediliyorsunuz. Sosyal güvenlik hakkınız, çalışma hakkınız yok, başka yerde işe girmeniz mümkün değil, çünkü özellikle o dönemlerde KHK bir tür damgaydı. Fişti ve bu fiş hâlâ duruyor, örneğin sosyal güvenlik kurumunun kaydına da işleniyor. Dolayısıyla siz bir yerde çalışmaya başladığınız zaman Sosyal Güvenlik Kurumu’na işvereniniz bildirdiği zaman Sosyal Güvenlik, kurumu arıyor, ‘Sen bunu neden çalıştırıyorsun?’ diyor. Böyle uygulamaların da çok fazla olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla ücretten başka geçim kaynağı olmayan insanların bu ücretten mahrum edildiği bir sorun da oluyor. Birçok arkadaşımız çok başka işler yapmaya başladı ve akademik mesleğin bir boyutu da, belli bir düzen ve disiplinde çalışmalarınızı sürdüremiyorsanız, bir süre sonra artık o yeteneklerinizi yitirmeye de başlıyorsunuz. Geçim derdi, yaşam derdi, can güvenliği, çalışma hakkı, pasaport, hepsi birleşince buna bir tür ‘medeni ölüm’ diyoruz. KHK öyle diyor, tüm sivil haklarınızdan arındırıldığınız bir tür durum. Bu durumu, Bolu’daki arkadaşımız, Erzurum’daki arkadaşımız, İstanbul, İzmir, Ankara’daki arkadaşlarımız aynı şekilde yaşamadılar. Ya da kadınlar, erkekler aynı şeyi yaşamadılar ama ortak olan şey bir tür medeni ölüme herkesin maruz bırakılmak istenmesiydi, fakat neredeyse herkes buna çok ciddi bir direnç gösterdi. Sokak Akademileri kuruldu, ‘Bize derslerimizi yaptırmayacaksanız, biz sokakta yaparız’ denildi. Dayanışma Akademileri kuruldu, bizim İnsan Hakları Okulu gibi Kocaeli Dayanışma Akademisi var ya da İzmir gibi yerlerde bulunan destekleri de söylemek lazım. Bu süreçte Eğitim-Sen’in çok büyük katkısı oldu. Geçinmeyi sürdürmeye yetmese bile en azından kira ödemek vs gibi yardımcı olacak şekilde çeşitli kişi ve kuruluşlardan ciddi fonlar toplandı. Öte yandan, bir sürü akademisyen işsiz kalınca, yayınevlerinde çeviriler arttı, çevrilmemiş kitaplar çevrilmeye başlandı. Oraya bir canlılık geldi. Bir yandan da hayatın içinde, size kapanma imkânı sağlayan kurum ortadan kalkınca, birçok insan hayatın kendisini örgütlemeye başladı. Bunun en iyi örneği de adliyelerde verildi. O savunmalar gerçekten ileride birden fazla dersin konusu olacak nitelikte. İstanbul Adliyesi bir tür akademiye dönüştürüldü. “Mülkiye içinde birkaç Mülkiye var diyebiliriz” Mülkiye, Türkiye’nin en köklü okullarından, bunun dışında, onu bu kadar ayrıcalıklı kılan nedir? The New York Times’ta yazıldığı gibi, sence “hükümet akademi üzerindeki baskıyı, Siyasal’ı ayrıca hedef alarak” mı yapıyor? Siyasal’da bu süreçte neler yaşandı? Demirkent: Mülkiye, 1859’da kurulan ve ara ara kapatılan bir kurum. 1936 yılında Ankara’ya taşınıyor. O yıllarda Cumhuriyet’le birlikte kadro yetiştiren bir okul fakat 1960’lardan itibaren tüm Türkiye gibi ora da hareketleniyor. Mülkiye Türkiye’nin en köklü sosyal bilimler okulu ve eleştirel sosyal bilim yapılmaya başlanıyor. Üniversite 1960’larda kitleselleşmeye başlıyor, üniversite sadece elitlerin geldiği bir kurum olmaktan çıkmaya başlıyor bu tarihte. Siyasal Bilgiler Fakültesi de özgün pozisyonu gereği, şöyledir; mesela bir yandan ben Mülkiyeliler Birliği başkanıyım, ihraç edilmiş bir akademisyenim. Bir yandan hâlâ bakan olan bir üyemiz var, bir yandan vali üyelerimiz var. Emekli valiler var. Bir yandan da 1970’lerin devrimci üyeleri var ve onların hepsi bu masalarda oturup konuşabiliyorlar. Burası o bakımdan enterasandır, Mülkiye içinde birkaç Mülkiye var diyebiliriz. Bir hocamız, bu duruma ilişkin şöyle söylerdi, ‘Ülkede darbe olur, üniversite büyük zarar görür, hocalar atılır ama bazı hocalar da lacivertleri çeker ve Bakanlık bekler.’ Öyle bir yer Mülkiye... Benzer bir şeyi yaşıyoruz şimdi fakat Mülkiye’nin son dönemde hedef alınmasının temel sebebi, o makalede ayrıntılı olarak anlatılmıştı. Artık üniversitelere de hâkim olmak isteyen bir yönetim anlayışı var. 2012 yılında Ankara Üniversitesi’nde o zaman Başbakan ve şimdiki gibi bir siyasi parti lideri olan Erdoğan, Ankara Üniversitesi’nin açılış konuşmasını yapmak istedi. (Artık üniversiteye gitmesine gerek yok çünkü tüm rektörler artık Saray’a gidiyor, üniversite açılışı Saray’da yapılıyor) Fakat o zaman öyle değildi. Biz bu açılış dersine karşı Cebeci iş yeri temsilcileri olarak, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bir fakülte açılışı düzenledik ve üniversite özerkliğinin ve bilim özgürlüğünün Türkiye’de simge ismi olan İsmail Beşikçi’yi çağırdık. Dersi o verdi ve Banu Güven’in de aralarında olduğu isimler vardı. Bu büyük tepki çekti tabii... Biz zaten açılış derslerini eskiden beri yapıyorduk, ondan sonra da yaptık ama en son açılış dersimizi, fakülteye giremediğimiz için Mülkiyeliler Birliği’nde yaptık. Siyasal Bilgiler Fakültesi üzerinde daha öncesinde de bazı durumlar vardı. Fakat bu olaydan sonra ivme kazandı. 2013’te Gezi olayları yaşandığında, özellikle Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde gezi olaylarına dönük ve bu demokratik protestoya yönelik bir teveccüh vardı ve dönemin SBF Dekanı Yalçın Karatepe öğrencilere soruşturma açtırmadı. Bu da tepki çekti. Ardından bir takım dersler tepki çekmeye başladı. Örneğin LGBTİ konularında Kadın Çalışmaları alanında verilen ders, Kürt sorunu dersi, Ermeni meselesi... Bir de bizim Atatürk İlke ve İnkılapları dersi... Bizde bu ders, başka türlü okutulurdu. O müfredat içinde okutulmazdı, gerçekten bir devrim tarihi dersiydi. 1960’larda Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde olan ve ondan devralınan bir dersti. Dolayısıyla lise müfredat hocaları değil, akademisyenler bu dersi verirdi. O ders de tepki çekti. Derslerin yanı sıra akademisyenler de tepki çekiyordu ve bu süreçte okuldaki ortak yaşam alanına, yani öğrencilerin, öğretim üyelerinin seslerini özgürce duyurabildiği alana saldırılar düzenlenmeye başlandı. Bir yandan paramiliter diyebileceğimiz gruplar saldırıda bulundu. 2015 yılında asistan arkadaşlarımız kurumdan gözaltına aldı. Dekana soruşturma açıldı, Yalçın Karatepe’ye ve sonra Serpil Sancar’a... Öğretim üyelerine sürekli soruşturmalar açıldı. Dolayısıyla bu baskı ve yıldırı düzeni, imza sürecinden sonra katlanarak geldi. Sürekli şiddetin devlet tarafından yükseltildiği ve akademik özgürlüğe sürekli müdahalenin gerçekleştiği bir süreç... Kendi adıma, ben bunun aynı zamanda o dönemin hâkim, yargı ve kollukta güç olan Fethullahçıların aracılığıyla da şiddetin artırıldığını düşünüyorum. 2016 Ocak ayında da ‘Barış için Akademisyenler’ bildirisi okundu. Bildirinin okunmasının ardından bu bildiriye imza atan öğretim üyeleri üzerinde büyük baskılar yaşanmaya başlandı. İzin vermemeler, daha ihraç edilmeden pasaport engellemeleri, derslere müdahale, İnsan Hakları Merkezi’nin kapatılması gibi hadiselerden sonra artarak devam etti. Bu süreçte akademik çalışmanın kendisi de yapılamaz hale geldi. Buna karşı ne yapılabilir diye de en yüksek ses de enterasan şekilde yine Siyasal Bilgiler’den çıktı. Bir yandan burası bir fakülte, ODTÜ kadar, Boğaziçi kadar büyük değil fakat köklü bir geleneği var. 1980 yılına kadar özerk bir yer. Bir yandan kurumsal özerkliği de var yani, 1960-1980 arası Anayasa mukavemeti var. Mülkiye dekanı kendini başka fakültelerin dekanlarından daha güçlü hissedebiliyor bazen. 1981’de YÖK’ün kurulmasıyla beraber özerk yapı kaldırılıyor fakat Ankara Üniversitesi bir tür fakülteler bileşkesi olduğu için, (SBF 1859’da kurulmuş, Hukuk 1925’te kurulmuş, Dil tarih 1933’te kurulmuş, Ziraat 1933’te kurulmuş) 1946’da Ankara Üniversitesi kurulmuş ve onun çatısında bu fakülteler birleşmiş. Birbirlerinden farklı yapıları var. Dolayısıyla özerk davranabilen kurumlar ve bu kurumlar içinde en güçlü olanı da SBF. Özerklik algısı ve akademik özgürlükler bakımından, tabii İLEF’i de saymak lazım. İletişim Fakültesi zaten SBF’nin bir parçası daha önce; Basın Yayın Yüksekokulu olarak, 12 Eylül’den sonra ayrı bir fakülte olarak kuruluyor ama İletişim ve Siyasal’ın akademik özgürlüğü savunan ayrı bir konumu oldu bu süreçte. SBF akademik kurullarından beş ya da daha fazla bildiri yayınladı. Tabi bunlar iktidarı çok rahatsız etti. OHAL’le, Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘Bunlar akademisyen bile değil, karanlık’ gibi bir ton hakaretvari söz etti. Ardından Savcılık ve mafya harekete geçti. Böyle bir cinnet süreci içinde akademide bir şeyler yapmaya çalışan insanlar düşünün. Ardından da OHAL süreci geldi ve zaten üniversite rejimini değiştirecek bir noktaya gelmiş. Vurgulanması gereken, bunda Ankara Üniversitesi Rektörü Erkan İbiş’in çok büyük bir rolü var çünkü neredeyse büyük üniversitelerden hiçbiri öğretim elemanlarını ihraç etmedi. Mesela Ankara’da ODTÜ ve Hacettepe böyle bir ihraç sürecine girmedi. Boğaziçi Üniversitesi girmedi. Fakat Erkan İbiş, Siyasal’a karşı, imzanın okunmasından çok önce başlayan sürecin manivelasıydı. “Üniversiteyi bitirdiler evet ama bitirdikleri şey de artık ölü bir şey” AYM kararına karşı yayınlanan 1071 Bildirisi için neler söylersiniz? Demirkent: 1071 Bildirisi, diğer üniversitelerin yaptığı bildiriler... İnanın artık üzülemiyorsunuz da. Bunlar zavallı, komik… Türkçeyi kullanamıyorlar, yazdıkları şeyin akademik ya da hukuki hiçbir boyutu yok. Bir üniversite çıkıp, ‘Dünyanın hiçbir yerinde ifade özgürlüğü sayılamayacak şeydir bu’ diyor. Ne saçmalıyorsun, ne hamaseti yapıyorsun, sen üniversite rektörü müsün? Öyle bir şey yok. Yani bu artık bir zırva... Dolayısıyla buna artık üniversite de demenin, kurum da demenin anlamı yok. AYM karar vermiş, sen kimsin? Ayrıca memlekette kimsenin umurunda değil, burası ölü çünkü. Dolayısıyla istedikleri kadar konuşsunlar. Bir kısım insan utandı işte, sayı 1066’ya düştü sanırım. Utanıp söyleyemeyenler var, zorla imza attırılanlar var ve buna rağmen 1071… 1071 ne, çocuk musunuz? Saçma sapan bir durum. Üniversiteyi bitirdiler evet ama bitirdikleri şey de artık ölü bir şey. Yeni bir şey koyma ihtimali yok. AYM’nin, akademisyenler için verdiği kararını nasıl değerlendiriyorsunuz? Demirkent: Karar çok iyi bir karar, fakat bir kaç eksiği var. AYM’nin, insan hakları hakkında bireysel başvurularda ihlal kararının anlamı şudur: Kişinin ihlal oluşturan uygulamanın öncesine döndürülmesi. Mahkeme eğer bir ihlal tespit ettiyse, ihlali bütün sonuçlarıyla beraber ortadan kaldıracak şekilde yeniden değerlendirmesi gerekiyor. Mahkemeler beraat vermelidir, mesela ihraç süreçleri geri alınmalı. O ihlali bütün boyutlarıyla ortadan kaldıracak bir uygulamaya gitmesi gerekir. Kısa vadede bu olur mu bilmiyorum ama kararın belli yanlarına bence vurgu yapmak lazım. Birincisi karşı oya bir şeyler söylemek lazım çünkü o karşı oyda kullanılan argümanlar tekrar tekrar kullanılacak. Gerekçeye baktığınız zaman, bir kere akademik özgürlük çok güçlü bir şekilde savunulmuş. Kararı yazan AYM hâkimlerinin buna dikkat çekmesini ben çok önemsiyorum, çünkü akademik meslek memuriyetten farklı bir şey. AYM’nin Nisan’da verdiği bir karar daha vardı; o kararda da iptal istemelerinin sebebi ‘akademisyenlik, öğretim üyeliği diğer memuriyetlerden farklı bir kamu görevi pozisyonundadır. Bunlar siyasi partiye üye olabilirler, dolayısıyla siyasi görüş açıklayabilirler. Bunlar bilimsel, sanatsal araştırmalar yapmakta, bu nedenle devletin resmi görüşüyle çelişen makaleler yazabilirler, bildiriler yazabilir ve araştırmalar yapabilirler.’ Çünkü bu bilim, özgürlüğün evrensel kurallarıdır değil mi? Dolayısıyla mahkeme mesela buna dikkat çekti. Akademisyenlerin kendi disiplin alanlarıyla ilgili olmasa bile kamusal bir konuda görüş açıklayabileceklerini veya eğer bir kamusal mesele varsa, herkesi ilgilendiren bir sorun varsa, o konuda görüş açıklayan akademisyenlerin aynı zamanda devletin de faydasına olduğunu söyledi. Bu akademik özgürlüğe ilişkin kısımların yazılmasının çok büyük önemim var. İkincisi elbette ifade özgürlüğü ihlali oldu. Bunun ifade özgürlüğü olduğunu biz biliyorduk, muhtemelen herkes de biliyordu. Bursa Teknik Üniversitesi de biliyor bunun böyle olduğunu. Fakat birileri bu böyle değil dedi. Bu yargılama süreçlerinin başlamasının bir gerekçesi vardı, biri de üniversite kurumunu zapturapt altına almak. Mesele sadece ihraçlarla da sınırlı değil, rektörlüklerin doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı tarafından atanmasına ilişkin bir değişiklik yapıldı. Artık üniversiteler kendi rektörlerini seçemiyorlar. Akademik kadrolar yeniden düzenleniyor. Mesela öğretim üyesi yetiştirme programı kaldırıldı, yerine ne konulduğu belli değil gibi tüm üniversiteyi yeniden şekillendiren bir düzen. Öğrencilerin asla hiç bir sosyal faaliyet yapmalarının mümkün olmadığı bir üniversite düzeni getirdiler. Bir şiir okumak için izin almanız gereken, bir saçmalık. Böyle üniversite mi olur? Dolayısıyla artık üniversite diye bir kurumu ortadan kaldıracak şekilde, gerektiğinde birileri için bilgi verebilecek bir kurum hâline getirme çabasıydı. Başardılar tabi ne yazık ki, çünkü çok büyük bir baskı var. Üniversitede hâlâ özveriyle çalışan, akademik özgürlüğünü korumaya çalışan birçok arkadaşımız var. Onlar da bu kurumsal ölümün altında kalmış durumdalar. Ses çıkaramıyorlar, çıkardıkları zaman da duyulmuyor. Göreve iade durumunda neler olur? Pasaport üstündeki tahditler kalkarsa, sence yurt dışına giden akademisyen sayısı çok olur mu? Bir küskünlük de vardır sanırım... Demirkent: AYM kararına, yargı ve OHAL komisyonu uyup da ben örneğin Bursa Teknik Üniversitesi’ne gidersem, bana karşı düşmanlığını açıklamış, beni terörist ilan etmiş bir rektörlüğe gideceğim. Buna hakları yok çünkü orası bir kamu kurumu, dolayısıyla suç işliyorlar. Ölüler ve suç işliyorlar. Siz bir meslek icra etmeye çalıyorsunuz, bir tefekküre dalmışsınız, adam diyor ki ‘Yok sen bunu düşünemezsin, çalışamazsın.’ Böyle bir yerde kimse çalışmak istemez. Pasaport tahditleri kalkınca kaç kişi gider bilemem ama endişem, üniversiteye döndüğümüzde, bizi terörist ilan edenlerin kurumlarına döneceğiz. Beni bir kaşık suda boğacağını söyleyen bir rektör ceza almazsa, ben orada çalışamayacağımı bilirim. Üniversiteye dönmeye düşünen tüm arkadaşlarım için söylüyorum, oraları inşa etmeye gideceğiz. Oralarda bilim yapılamıyorsa bilim insanlarının da oraya gitmesinin bir anlamı kalmayacak.