Gazeteciler Cemiyeti tarafından Avrupa Birliği desteğiyle yürütülen Demokrasi için Medya / Medya için Demokrasi (M4D) Projesi kapsamında, “Cumhuriyet ve Basın” başlıklı online söyleşi düzenlendi

NAZ AKMAN/ANKARA Gazeteciler Cemiyeti tarafından Avrupa Birliği desteğiyle yürütülen Demokrasi için Medya / Medya için Demokrasi (M4D) Projesi kapsamında düzenlenen online söyleşilerin bu haftaki konukları M4D Projesi Ulusal Komite üyesi Prof. Dr. Korkmaz Alemdar ile Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. İsmail Arda Odabaşı oldu. “Cumhuriyet ve Basın” başlıklı söyleşinin sunuculuğunu Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı ve M4D Direktörü Yusuf Kanlı üstlendi. Söyleşi kapsamında Cumhuriyetin kuruluşunda basının rolü, Cumhuriyet Dönemi ve sonraki yıllarda basın özgürlüğünün durumu ve Türkiye’de gazeteciliğin temelleri tartışıldı. Söyleşinin açılış konuşmasını yapan M4D Direktörü Yusuf Kanlı, “M4D, daha özgür ve etkili bir medya için başlatılan bir program. Söyleşide, bu programın ulusal komite üyesi olan ve Türk iletişiminde önemli çalışmalar yürüten Prof. Dr. Korkmaz Alemdar ile Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. İsmail Arda Odabaşı, cumhuriyet ve basını bir bütün olarak ele alıp, nereden nereye geldiğimizi, önümüzdeki dönemde nereden nereye gideceğimiz konusunda görüşlerini bildirecekler” dedi. Gazi Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nde öğretim üyeliği ve dekanlık görevlerinden sonra Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) üyeliğine seçilerek, muhtelif üniversitelerde yürüttüğü akademik görevinin yanı sıra Gazeteciler Cemiyeti’nin AB destekli Özgürlük için Basın ve M4D projelerinde ulusal komite başkanlığı ve üyeliği görevlerinde bulunan Prof. Dr. Korkmaz Alemdar, basın tarihi konusunda bilgi verdi. Gazeteciliğin ve gazetelerin gelişen kapitalizmin yarattığı bir iletişim aracı olduğunu söyleyen Alemdar, Osmanlı Dönemi’nde çıkarılan Fransız gazetelerine ilişkin, “Krallıkların, imparatorlukların gazeteye ihtiyacı yoktu. Çünkü onların topladığı haberler sadece bir grup yönetici içindi onun için de gazete diye bir araca ihtiyaç yoktu. Fransız İhtilali’nden sonra bu konu yavaş yavaş gelişerek, Türkiye’yi de etkilemeye başladı. İlk gazeteleri Fransız elçiliği çıkarıyor. Fransız İhtilali ile 1789 yılında İstanbul’a gönderilen olağanüstü elçi, elçilikteki matbaa ile Fransa’dan posta geldikçe bu notları özetleyerek gazeteye basıyor ve bunu Fransa’nın Oscar’ına ve Osmanlı imparatorluğunda kendilerine yakın kişilere dağıtıyorlar. Bu tamamen bürokratik bir şey, bir propaganda aracı olarak çalışıyor. Esas kapitalizmin Türkiye’de gazete çıkarması 1824’ten itibaren İzmir’de gerçekleşir, o da Fransız yayını çünkü o dönemler iletişim dili Fransızca” dedi. [caption id="attachment_196067" align="alignright" width="700"] M4D Projesi Ulusal Komite üyesi Prof. Dr. Korkmaz Alemdar[/caption] Alemdar, “Mustafa Kemal gazeteci değildir ancak gazetede yazı yazmayı bilir, kamuoyunun önemini bilir” Mustafa Kemal Paşa’nın milli mücadele sırasında ve sonrasında Türk toplumunun gelişimine yönelik olası müdahaleleri ve henüz yeni kurulan, güçlenmeye çalışan Cumhuriyet rejimine karşı girişimleri engelleme konusundaki hassasiyetine dikkat çeken Alemdar, “1919 yılında Kurtuluş Savaşı ve sonrasında Cumhuriyetin ilk yıllarında en büyük kaygı duyulan konulardan biri, dışardan bir şekilde Türk toplumunun gelişimine yönelik olası müdahale veya girişimlerdir. Tırnak içinde casusluk faaliyetleri, provokasyonlar ve yeni güçlenmeye çalışan cumhuriyet rejimi konusunda kaygılandıran girişimlerdir. Mustafa Kemal, bu konularda çok hassastır, dikkatlidir ve buna izin vermez. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında basın ile ilgili kurumsal adımlar vardır, ama günlük hayatta bu gelişimi engellemeye çalışan olaylar da yaşanmaktadır. Mustafa Kemal gazeteci değildir ancak gazetede yazı yazmayı bilir, kamuoyunun önemini bilir ve bu tarz olası müdahalelerin de askeri refleksleri sayesinde farkındadır. Bu nedenle de basın alanında çalışan bu insanların tamamını canından bezdiren bir uygulama içine de sokmamıştır. Moskova’dan gelen o dönemde komünist eğitim almış aydınlarımızı da bir müddet hapiste tuttuktan sonra onları Cumhuriyet için çalışan bir nefer haline getirme becerisi de göstermiştir. Unutulmaması gerekilen bir şey var, Mustafa Kemal, devletin genel politikasının dışında ileri gitmeye çalışan ve buna biraz da köstek olmaya çalışanlara da izin vermeme gibi bir özelliğe sahipti” diye konuştu. Basın Yasası, Türk Basın Birliği ve özerk kurumlar Basının, 1919’dan itibaren genç cumhuriyetin içte ve dışta verdiği savaşlar, iç isyanlar, Cumhuriyet rejimiyle yeni bir ulus devletinin inşa edilmesi gibi pek çok durumla birlikte dönemin koşullarına göre bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade eden Alemdar, şöyle konuştu: “1919’dan itibaren Anadolu’da gerçekleştirilenlerin olağanüstü bir başarı olduğunu algılayamazsak, bunu görmezsek, devamında basın alanındaki düzenlemeleri kavramada sıkıntı çekeriz. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra günümüze kadar gelen iletişim dediğimiz sözcük etrafında anlaşılanlar; iletişim alanını bütün olarak algılayan, planlayan bu bütünü planlarken de demokratik bir toplumun gereklerini yerine getirebilme amacıyla yapılan çalışmalar bu ilk dönemin temel taşlarıdır. Bu anlamda 1931 yılından itibaren ilk Basın Yasası’nı kabul ettiğimiz tarihten itibaren gazetecinin tanımı; eğitimli, bilgili bir tipleme üzerinden kurgulanmıştır. Yasa, gazete sahiplerine, sorumlu yazı işleri müdürlerine lise ve üniversite mezuniyet şartı koymuştur. Cumhuriyetin bakışı budur. Gazeteci bilgili olacak, kamuoyunu bu vizyonla bilgilendirerek, mesleğini icra edebilecek. 1931 yasasından sonra yapılan düzenlemelerde ikinci önemli konu da cumhuriyet döneminin en başından itibaren özerk kurumlara önem verilmesidir. Bunun birinci örneği Anadolu Ajansı (AA), diğeri ise Türk Telsiz Telefon Anonim Şirketi’dir. Bu iki kurumda, yeni kurulan ve gücünü artırmak isteyen bir devletin işleyişlerinde kendi gücünü profesyonel anlamda sınıflandırmaya çalışan bir anlayışa sahiptir. 1925’ten itibaren, cumhuriyetin kuruluşundan önce de AA bir anonim şirketti. Özerkti ve gazetecilerin faaliyetlerinin ön planda tutulduğu bir örgütlenmeydi. Buraya kadar gazetecinin eğitiminin ve özerklik kavramının ön planda tutulmasına ilişkin bir anlayışı görebiliyoruz. 1938 yılında ise Türk Basın Birliği’nin kurulmasıyla etik meselesi gündeme geliyor. O zamanki tabirle gazetecilik bir meslek haline getiriliyor, gazetecilere Türk Basın Birliği’ne meslek örgütüne yani odaya üye olma zorunluluğu getiriliyor, bu odanın da haysiyet divanları vardır. Haysiyet divanları hem gazete patronlarının hem de gazetecilerin yer aldığı bir çatıdır. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde o tarihten bu yana olan gelişmeleri düşününce bu özellikleri bir bütün olarak düşünen ve belirli bir dönemde bir araya getiren ve iletişim alanını bu doğrultuda planlayan başka bir dönem ne yazık ki Türkiye’de olmamıştır. Türk Basın Birliği, bugün pek çok gazeteci için tedirginlik yaratıcı bir konudur ancak bunun bir meslek örgütü olduğunu ve bu meslek örgütüne sahip çıkılması gerektiğini hatırlayabilsek belki o günden bugüne gelişmeleri daha sağlıklı değerlendirme şansına sahip olabiliriz.” “Cumhuriyetin ilk yıllarında medya okuryazarlığını önemseyen yayınlarımız var” Cumhuriyetin ilk yıllarında medya okuryazarlığının önemini ortaya koyan çok sayıda yayının bulunduğuna işaret eden Alemdar, günümüzde medya okuryazarlığının eğitim sürecine dahil edilmediğini söyleyerek, “Bugünlerde çok konuşulan medya okuryazarlığı kavramıyla karşı karşıyayız. Çok önemli olduğunu belirtiyoruz, anlatıyoruz, fakültelerde okutuyoruz fakat Mili Eğitim Bakanlığı bunun önemini henüz kavramış değil. Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1937’de medya okuryazarlığını önemseyen yayınlarımız var. Okullarda gazetelerin tamamlayıcı bir bilgi kaynağı olarak kullanılabilme fikri de cumhuriyet döneminin ilk yıllarının bize bıraktığı mirastır. 1920’lerden itibaren Türkiye’de hakim olan basın rejimi budur, ancak öngörüldüğü gibi işleyebilmiş midir? Bürokratik güç öngörülen yapının tam olarak işleyişine her zaman izin vermeyecektir. Bugün de zaten cumhuriyet döneminin sözünü ettiğim dönemdeki bu evrelerinin öneminin göz ardı edilmesinin tek sebebi de budur. Yanlış uygulamalar, bürokratik sıkıntılar, gazetecilere doğrudan ya da dolaylı yapılan baskılar bütün mesleği sanki cumhuriyet döneminin ilk yılları öyle özetlenebilirmiş gibi bir havaya soktuğundan ve araştırmalarımızda yeterli olmadığı için bu dönemin biraz karamsal bir dönem olarak anlaşılmasına neden olmuştur” diye konuştu. “Cumhuriyetin iletişim alanında öngördüğü bütün ilerici adımlar tasfiye edildi” Alemdar son olarak Basın Birliği Yasası’nın kaldırılışı, 212 Sayılı Basın İş Yasası’nın çıkarılması ve Basın İlan Kurumu’nun kuruluşu hakkında bilgi verdi. Gazeteciliğin gerek evrensel açıdan gerekse Cumhuriyet yıllarında meslek olarak kabul edildiğini söyleyen Alemdar, devamla şöyle konuştu: “AA, özerk olması gerekilen bu yapıyı koşullar itibariyle sürdüremedi, hükümetin desteğini alarak, resmen hükümete bağlanmış oldu. Hiçbir dönemde iletişimin şu, bu gazetecinin keyfine, görüşüne veya patronun isteğine göre biçimlendiğini düşünmek yanlış olur. Çünkü iletişim toplumu yöneten bir güçtür, bunu krallar, padişahlar, başbakanlar, patronlar ortak olarak yönetirler. Medya okuryazarlığı eğitim süreci içine yansımadı, bir kitap olarak ortada kaldı. Basın Birliği Yasası yani gazetecileri bir meslek olarak örgütleyen yapı gazeteciler tarafından ortadan kaldırıldı. 1946’da savaşın bitimiyle cumhuriyetin iletişim alanında öngördüğü bütün ilerici adımlar tasfiye edildi. Simavi imparatorluğunun temelleri atılmaya başladı. Demokrat Parti, gazetecileri mutlu eden bir basın yasası yaptı, daha sonra 212 sayılı gazetecilerin çalışma haklarını güvence altına alan yasa yürürlüğe girdi. Ekonomik sıkıntılara karşı basının denetlenmesi gerektiğini yani hükümet elindeki bütün ilan gücünü, basını denetlemek üzere kullandı. 1959 yılına geldiğimizde Türkiye’deki bütün gazetelerin özel ve resmi ilanlarının tamamı hükümetin denetimi altına alınmış oldu. 1960 ihlali, bizi cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki eşitlikçi, tarafsız, kurumsal yapıya götürmeye çalıştı. O tarihte en önemli kaynak devletin resmi ilanlarıydı, resmi ilanların nesnel koşulara göre dağıtımını öngören Basın İlan Kurumu’nu kurdu. Şu an pek çok yayın hala ayaktaysa bunu yaşatan BİK’tir. Gazetecilik meslek olmaktan çıktı, adete meşgale denen döneme girildi, örgütlenme zayıfladı. Önemli olan şey patron ve patronla ilişkilerdi. Dolayısıyla patronla ilişkilerin iyi tutulduğu bu yapı yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Gazetecilerin birçoğu bu anlamda kazanımlara sahip oldu ama bunun karşılığında gazetecilik mesleği, toplumun ihtiyacı olan bilgileri ne pahasına olursa olsun iletilmesi gerekilmesi meselesi maalesef geri plana itildi” dedi. [caption id="attachment_196068" align="alignright" width="700"] Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. İsmail Arda Odabaş[/caption] Odabaşı, “Genç cumhuriyetin basın açısından çok fazla seçeneği yoktu” Alemdar’dan sonra basın tarihi konusunda değerlendirmelerde bulunan Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. İsmail Arda Odabaşı, genç cumhuriyette güdümlü bir basın anlayışının göze çarptığını ancak dönemin koşullarının göz önünde bulundurularak ele alınması gerektiğini söyledi. Odabaşı, “Erken dönemlerde devlet ve siyasi iktidarla basın arasındaki ilişkiye odaklandığımız zaman gördüğümüz şey aslında güdümlü bir basın veya basın özgürlüğünün yitirilmesi gibi bir görüntü var. Ama bunu, koşullarını dikkate almadan değerlendirmek mümkün değil. Savaş ortamı, iç isyanlar, Osmanlının parçalanmasında farklı unsurlarla yaşanan gerginlikler söz konusu ve bu ortamda cumhuriyet yeni bir ulus devleti inşa ederken kendi basın ortamını da dizayn etmeye çalışıyor. Bu perspektifle basın özgürlüğüne bakarsak çok parlak bir görüntü yok. Bu dönemde basını etkileyecek olaylara bakacak olursak, hilafet ile ilgili tartışmalar, Şeyh Sait İsyanı, Takrir-i Sükûn Kanunu, 1931 yılında cumhuriyet döneminin ilk basın kanunun yürürlüğe girmesi, 1935 yılında basın kongresi, 1938’de kurulan Türk Basın Birliği’ni görebiliriz. Dolayısıyla genç cumhuriyetin basın açısından çok fazla seçeneği yoktu. Ancak erken cumhuriyet döneminde basın konusunda birtakım temeller atılıyor. AA’nın özerk bir yapı olarak oluşturulmaya çalışılması, gazetecilerin mesleki örgütlenmeye teşvik edilmeleri önemli gelişmeler” dedi. “Cumhuriyetin getirdiği en büyük kazanım, istiklal, bağımsızlık ve kendi öz kültürünü yaratmadır” Osmanlı Dönemi’ndeki ilk yayınların Fransız etkisiyle ortaya çıktığını söyleyen Odabaşı, “1790’lardan beri Fransızca gazeteler var, 1831’de yayımlanmaya başlayan Takvîm-i Vekâyi bizdeki ilk gazete sayılıyor, İkinci Mahmut’un yeniliklerinin bir parçası olarak çıkarılmış resmi bir gazetedir. Genel olarak o dönemin uluslararası dili Fransızca, dolayısıyla Fransa’nın kültürel hakimiyeti söz konusu bu durum Osmanlı üzerinde de etkisini gösteriyor. 1840’da çıkan Cerîde-i Havâdis ise Türk basın tarihinin yarı resmî olan ilk Türkçe gazetesi ancak o da İngiliz misyonuyla çıkıyor. Osmanlı Devleti kültürel anlamda Fransa’nın etkisinde ancak İngiltere’nin Osmanlı’yı yıkılmaktan kurtarması ve Osmanlı aydınlarının parlamentarizme ve Meşrutiyet rejimine yakınlıklarından ötürü duydukları sempatiden dolayı siyasi olarak İngiltere’yle daha yakın. Bu dönemde Fransız etkisi var, doğrudan örnek alınan yayınlarda var. Bu etki uluslararası pozisyonlarımıza göre değişiyor. Dünyadaki uluslararası siyaset sistemine kim hakimse basın ve kültür alanında da onun hakimiyeti, onun nüfuzu, onun etkinliği artıyor. Ne kadar bağımsız olursanız kendi basın ve kültür ürünlerinizi o kadar üretebiliyorsunuz. Ne kadar dışa bağımlı olursanız o dışa bağımlı olduğunuz merkezlere benzeyen ürünler ortaya çıkmaya başlıyor. Cumhuriyetin getirdiği en büyük kazanım, istiklal, bağımsızlık, kendi öz kültürünü yaratmadır bu basın alanına da yansıyor” dedi. “Cumhuriyetin temellerinin atıldığı dönem İkinci Meşrutiyet Dönemi’dir” Mesleki örgütlenmenin temellerinin 1908 İkinci Meşrutiyet’e dayandığını belirten Odabaşı, şöyle konuştu: “Mesleki örgütlenme Osmanlı Dönemi’nde 1908 İkinci Meşrutiyet’e kadar uzanıyor ancak bu girişim başarılı olamıyor. Basın özgürlüğünün belki de basın tarihinde hiç olmadığı kadar özgür olduğu bir dönemden söz ediyoruz. 24 Temmuz 1908’den, 13 Nisan 1909’a kadar süren dokuz aylık dönemde basına sonsuz bir hürriyet hâkim oluyor. Bu dönemde bile gazetecilerin aslında örgütlenemediklerini görüyoruz. Benim görüşüm, basının, siyasi kargaşa dönemlerinde çok hızlı bir şekilde siyasileşip, kamplaşması yönünde. İkinci Abdülhamit dönemi özellikle sansürüyle meşhur bir dönem, basının sık boğaz edildiği bir dönem ama aynı zamanda belirli açılardan basın alanının kurumsallaştığı bir dönem. İkdam, Tercümân-ı Hakîkat ve Sabah gibi ilk kez uzunca yaşayabilecek, daha yerleşik gazeteler bu dönemde ortaya çıkmıştır. Cumhuriyetin temellerinin atıldığı dönem İkinci Meşrutiyet dönemidir, cumhuriyetin ilk yıllarının gazetecileri ve gazete patronları aslında bu dönemde yetişti. Osmanlı’nın son dönemindeki gazeteler cumhuriyetin ilk dönemine intikal ettiler, Cumhuriyet gazetesi bile 1918’in sonlarında Yeni Gün adıyla çıkıyor, ardından Anadolu’da Yeni Gün son olarak 1924’te cumhuriyetin ilanından sonra Cumhuriyet adını alıyor. Öte yandan 1917’deki dünya savaşı da basın açısından çok önemli. Osmanlı matbaa cemiyeti kuruluyor ve yaşama kabiliyeti gösterebilen ilk meslek örgütü bu. Baktığınız zaman dünya savaşı dönemi sansürün çok kuvvetli olduğu bir dönem, burada paradoksal bir durum olduğunu vurgulamaya çalışıyorum; basının özgür olduğu dönemlerde gazetecilerin kurumsallaşma, mesleki örgütlerin gelişmesi, örgütlenme konularında birtakım zaaflar gösterdikleri görülüyor. Mütareke dönemi sansür açısından özel bir dönemdir, bizim tarihimizde çifte sansür iki başlı sansür olan tek dönem budur. Hem İstanbul’da Damat Ferit Paşa hükümeti hem de işgal kuvvetleri sansür uyguluyordu, gazeteleri açtığınızda boş sayfalarla karşılaştığınız bir dönem, tüm bu koşullardan geçmiş bir basın tarihinden söz ediyoruz.”