Ateş: Sanat eğitiminin insanın yaratıcı duyargalarını budadığını düşünüyorum

Sanatçı Erdal Ateş ile röportajımızın ikinci kısmında, onun sanat anlayışı ve diğer sanat dalları ile kurduğu ilişki üzerine sohbetimiz yer alıyor. Sanatın okulla değil, bireysel bir çalışma ve keşfedilme yoluyla öğrenilebileceğini ifade eden Ateş, sanatçıyı da “Söyleyecek sözü olan” cümlesiyle tanımlıyor. Ateş ile sanat sohbetimiz devam ediyor

Sultan Yavuz- Sanatçı Erdal Ateş, resmin yanı sıra edebiyat ve sinema ile de ilgilenen bir kişilik. Tıpkı resimde olduğu gibi sanatın diğer dallarında da kendi özgün felsefesini oluşturan Ateş, “oda tiyatrosu” kavramından yola çıkarak “oda sineması” anlayışını geliştirmiş. “Kaçak Yaşamak” isimli filmini pandemi sürecinden sonra film festivalleriyle buluşturmak isteyen Ateş, sanatı tür olarak birbirinden çok ayırmayarak, “Söyleyecek sözü olan sanatçının” ifade tarzlarındaki farklılıklar olarak tanımlıyor. -Erdal Ateş felsefesi içinde sanat ve sanatçı kavramlarını nasıl konumlandırıyorsunuz? Söylediklerinizden yola çıkarak, sanatçı toplumsal duyarlılığı olan insandır diyebilir miyiz? Erdal Ateş: Herkesin farklı teknikleri var, başkalarını bilmem ama ben kendi öznel tarihimden hareketle görüyor ve deneyimliyorum. Sanatçı söyleyecek sözü olandır, resim, heykel, edebiyatta roman, sinemada sinematografik anlatım, hangisi olursa olsun bir sözünüz olması gerekir. İşin eğitim noktasına gelirsek, sanat tarihinde kendi eğitmeni olmuş sayısız örnek var. Picasso’dan Yves Klein’e kadar… Ben sanat eğitimine ne yergi ne de övgüyle bakıyorum. Kişinin tercihidir ama ben ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum. Ben resim yapmaya açtım ve bir yol tutmuştum. Baskı tekniklerini, yağlı boyayı sanatçı olmayan bir teknisyenden de öğrenebilirsin. Türkiye’de sanat eğitiminin çok sorunlu ve travmatik olduğunu düşünüyorum, Avrupa’da nispi olarak daha özgür. Burada ne yazık ki bir tornadan çıkmış gibi oluyor genç arkadaşlar, hocanın atölyesinde, onun egemenliğine 20 yaşında giriyor ve etkileniyor, ben bunu doğru bulmuyorum. Kendi tanıklığım da var, okula gittikten sonra atölyede büyük resimler yaptım, kimsenin emeğine de saygısızlık etmek istemem, sonuçta insanlar bu şekilde para kazanıyor ama romancı nasıl okuluna gitmiyorsa ya da bundan 40 yıl önce sinema okulu yoksa, resmin de eğitimi olmamalı diye düşünüyorum. Bence en büyük okul sanat tarihidir. Resim mi yapmak istiyorsun, resim sanatının ustalarına bak, roman mı yazmak istiyorsun, büyük ustaları oku. Yakınlık duyduğun sanatçılarla iletişime geç. “Türkiye’deki resim tarihinde özgün diyeceğimiz adamlar okul görmemiştir” -Okul hiçbir şey kazandırmaz mı yani? Ateş: Ben yaşamadım travmatik şeyleri ama üniversitede bunu yaşayan çok insan var, soğuyup bırakan ve inanılmaz yaratıcı olan kişiler…. O dişliler yaratıcı insanları öğütüyor. Eşim de güzel sanatlar mezunu, konuştuğumuzda o farklı ben farklı yerlerden bakıyoruz. Okulun bilinçaltında verdiği toplumsal statü kazanmak veya ekonomi anlamında hocalık yapmak için bir araç olabilir, diploma verir ama gerçek bir sanatçının buna ihtiyacı yoktur, iplemez yani. Türkiye’deki resim tarihinde özgün diyeceğimiz adamlar okul görmemiştir; Yüksel Arslan sanat tarihçisidir,Erol Akyavaş mimardır; Ömer Uluç mühendis; Burhan Doğançay hukuk mezunu;Cihat Burak da mimardı. Bunlar farklı alanlardan gelmiş insanlardır, özellikle birkaç yıl önce kaybettiğimiz Yüksel Arslan’ı çok ayrı bir yere koyarım. Demek ki sanatta okul çok belirleyici değil. Aslında çok zordur insanın kendisinin hocası olması. Biri yol göstermiyor, batıp çıkıyorsunuz, tıkanabilirsiniz ama aynı oranda da büyük bir öğreticiliği var, herşeyi kendiniz deneyimliyorsunuz. Madem resim yapmak istiyorsun, malzeme al ve başla. Yaratıcı yazarlık kursları için de aynısını düşünüyorum. Kimse kızmasın ama oradan romancı ya da şair çıkmaz. Resim kurslarından da sanatçı çıkmaz ama resim yapar o ayrı… “Geleneksel sinema bana heyecan vermiyor” -Sinemayla ilişkiniz nasıl başladı? Sinema anlayışınızdan bahseder misiniz? Kaçak Yaşamak filmi nasıl ortaya çıktı? Ateş: Evet, resim, yazı, sinema… Liseden sonra yazma sürecim başladı, günlük tutuyor, öykü yazıyordum. Resimle anlatamadığım bir takım meseleleri öyküler yazarak dillendiriyordum. 1990’lı yıllarda bitpazarına çok giderdim, orada atılmış, yaşanmışlığı olan objelerle organik bir bağ kurmaya çalışır, resimlerini yapardım. Bir gün 35 milimetrelik bir Uzak Doğu filmi aldım, o filmin karelerini kestim ve üstünde oynayarak dia çerçevelerine koydum, bir kısa film yaptım. 1990’ların ortalarında küçük bir film öyküsü yazmıştım, o da Orhan Murat Arıburnu Ödülü’nü almıştı. Geleneksel sinema bana heyecan vermiyor. 1990’lı yıllarda deneysel filmler yakın geliyordu ki hâlâ öyledir. Başka bir sinema dili arıyordum ve yıllar sonra Strindberg’in ‘oda tiyatrosu’ kavramından yola çıkarak ‘oda sineması’nı amaçladım. Siyah-beyaz, tek bir mekânda geçen bir film. Böylece 33 yıl Almanya’da kaçak yaşayan bir Türkiyeli’nin hikâyesini anlattım. Hayatımda böyle olan üç insan tanıdım; Lozan’da, Almanya’da ve Ankara’da. Almanya’ya gidip gelirken, bir insan nasıl kaçak yaşar, ben olsaydım nasıl olurdu diye düşündüm ve karar verdim. Geleneksel sinemada büyük anlatılar, büyük salonlar, gişe hasılatı ön plandadır, benim içinse sıradan insanların sıradan hikâyeleri daha ilgi çekici…Kaçak Yaşamak’ta rol alanlar arkadaşımdı, sinema deneyimleri yoktu. Onlara derdimi anlattım ve birlikte oynadık, çok keyif aldık. Özellikle görüntü yönetmeniz harika bir insan. Ben hayatımda hiç film setinde yer almadım, bir yönetmenin asistanlığını da yapmadım. Herkes gibi olmak zorunda değilim. Bence sinemanın diğer sanatlara üstünlüğü yok ama bir büyülü yanı var. Düşünsenize, bir yüz keşfediyorsunuz ve birden o yüz tanınıyor. Hele internet ortamında dünyanın her yerine yayılıyor. Romanda dil açısından böyle bir şansınız olmuyor. Neden film çektim? Söyleyecek sözümü sinematografik bir anlatı olarak dillendirmek istediğim için. Kafamda, siyah beyaz ve tek mekânda geçecek birçok projem var. “Öznel tarihimin izleridir yapıp ettiklerim…” -Ressamın Takvimi isimli kitabınızdan da bahsedebilir misiniz? Ateş: Öykü yazmak, resim yapmak ya da sinematografik anlatımın içine girmek çok farklı değil. Fransız Yeni Dalgacıları’nın hepsi edebiyatçıdır; Godard, Truffaut ya da Marguret Duras gibi. Ben 2016 yılında atölyemin mutfağında yazdım Ressamım Takvimi’ni, aslında bir romandır ama öykü olarak tanıtıldı. Ondan önce de Hayta isimli öykü kitabım vardı. Atölyede gündüz resim yapıp, gecede okuyup yazıyorum, beni besliyor. Görsel anlatı diliyle anlatamadıklarımı bu yolla anlattığım için kendimi şanslın buluyorum. Eğer bir derdiniz varsa, bazen resimle bazen romanla bazen de filmle anlatırsınız. Ben bunları bir bütün olarak gören bir sanatçıyım. Yazarken baktığım yer de, lisede çok sevdiğim yazar Henry Miller’ın, Uykusuzluk anlatısında geçen, yazarken hayatını yazdığını, bunun hem daha gerçek hem de kolay olduğunu belirttiği cümledir. Ben de hiç uzağa gitmiyorum, resim yaparken de, yazarken de çıkış noktam hep kendi hayatım oldu. Öz yaşam öyküsü değil, o gerçeği yıkıp, büküp, düşlemsel eklemelerle yeni bir şey çıkarmak. Öznel tarihimin izleridir yapıp ettiklerim…