"İçine kapanık, kekeme, göz teması kuramayan bir çocuk bir köşede sürekli resim yapıyor"

Ressam kimliği ile ön plana çıkan ve kendisini 1960’lı yılların informel sanatçılarının düşünce tarzına yakın bulan Erdal Ateş, aynı zamanda yazar ve film yönetmeni. Hayata pek de parlak başlamayan Ateş,  ilkokulda içine kapanık, kekeme ve “Muhtemelen asperger sendromlu” olduğu için, resim yapmak ifade tarzı olmuş. Yıllar içinde ustalaşan ve kendi bulduğu ilginç bir teknikle de adından söz ettiren Ateş, sanat çalışmalarını ve özgün hikâyesini 24 Saat gazetesiyle paylaştı. Röportajımızın birinci kısmı… 

[caption id="attachment_187161" align="alignright" width="309"] Erdal Ateş[/caption] SULTAN YAVUZ - Ankaralı sanatçı Erdal Ateş, toplumsal travmaları dert edinmiş, soyut resimleri ve kendi keşfettiği özgün bir teknikle de anılan çağdaş bir ressam. Aynı zamanda 2016 yılında, İletişim Yayınları’ndan “Ressamın Takvimi” isimli romanı ve öykü kitapları bulunan Ateş, Almanya’da 33 yıl boyunca kaçak yaşayan Türkiyeli bir işçiyi anlattığı “Kaçak Yaşamak” filmiyle de yakın zamanda isminden söz ettirecek bir yönetmen. Tamamen kendine özgü bir sanat anlayışıyla, sanatsal ifade biçimleri arasında yol alan Ateş, kendisini bir dünya vatandaşı olarak tanımlıyor. Röportajımızın ilk kısmı Ateş’in pek de parlak başlamayan hayatının onu nasıl resim sanatına yönelttiği ve onun resim anlayışı üzerine… Erdal Ateş’i kendi ağzından dinleyelim. Resim sanatıyla olan ilişkiniz nasıl başladı? Erdal Ateş: Doğma büyüme Ankaralı’yım. Sanatla ilişkimde resim ön planda. Ben ilkokuldayken kekemeydim, okul dönemim felaketti ve bu nedenle okuldan nefret ediyordum. Muhtemelen asperger sendromluydum. Göz teması kuramıyordum ve ilkokul birde sınıfta kaldım. İçine kapanık, kekeme, göz teması kuramayan bir çocuk bir köşede sürekli resim yapıyor. Ailem de o dönem resim yapmamı çok iyi karşılamıyordu, “Diğer derslerin kötü, başarısızsın, resim ne işine yarayacak?” diyorlardı. O zamanlar diktörtgen pelur sayfaları olan resim defterleri vardı, ben kısa sürede bitirirdim o defteri çünkü resim yapmayı çok seviyordum. Ama zannediyorum ki, o dönem yaptığım tüm resimler ortalama bir çocuğun yaptığı türdendi. Belki de konuşamadığım ve kendimi ifade edemediğim için ki bunun acısını çok yaşıyordum. Bu nedenle daha çok sulu boya ve pastel boyayla durmadan resim yapıyordum. 19 yaşımda ise resmi ciddi anlamda yeniden düşündüm. Önce lisansta sosyoloji eğitimi aldım, ardından Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde yüksek lisansta resim eğitimi aldım. Resme ilişkin anarko bir tavrım vardı, hâlâ da öyle. Resim eğitimine karşıyım, buna rağmen neden master yaptım diye sorarsanız, ben 2002 yılında Balgat’ta küçük bir atölye yapmıştım, gece gündüz resim yapıyordum. O dönem birkaç baskı tekniğini uygulamak istiyordum. Litografi, serigrafi gibi ama maalesef litografi dediğimiz taş baskıyı dışarıda öğrenip uygulayabileceğim bir yer yoktu. Hacettepe Güzel Sanatlar’ın böyle bir atölyesi vardı, vesile oldu. Ama özünde sanat eğitimine karşıyım, onun manipüle edici ve iğdiş edici bir tarafının olduğunu, insanın yaratıcı duyargılarını budadığını düşünüyorum. 2002 yılında atölyemi kapatmak zorunda kalarak Almanya’ya gittim, orada bir süre yaşadım ve resim yapmaya devam ettim. O dönem resim için ufuk açıcı bir yıldı benim için. Almanya’daki birçok müzeyi gezme imkanı buldum. Almanya özelinde Avrupa’daki sanat mekânlarını, özellikle çağdaş sanatlar bağlamında izleme olanağım oldu. Döndükten sonra da tekrar atölye açtım ve ‘Bağımsız bir sanatçı olarak resim yapacağım’ dedim ve bu serüvenim sürüyor. Resim diyorum ama bunun yanı sıra, plastik sanatların diğer dallarında da çalışma yapıyorum; video art, baskı resim, üç boyutlu düzenlemeler… Bugüne kadar 30’a yakın kişisel sergim oldu, karma sergilere katılmıyorum. Ağırlıklı olarak hangi teknikle çalışıyorsunuz? Ateş: 1990’ların ortasında akrilik, yağlı boya gibi geleneksel tekniklerle resim yapıyordum. 1999’da artık yağlı boyalarımı kendim yapmaya başladım, bir takım boya denemeleri yaptım. Yağlı boya ağırlıklı soyut çalışmalar yaptım. Çizgi olarak ben informel sanatçılara yakınım. Özellikle 1945-1960 yılları arasında etkili olan, otomat olarak içten gelen bilinçaltının dışa vurumu. Anti akademik bir bakış açısı vardır onlarda… Ben de her zaman informel sanatçılara yakındım. Tam da çocukluk dönemim buydu aslında, bugün ne yazık ki elimde hiç eski resimlerimden yok, annem ve babam çok eğitimli insanlar değildi. Beni yönlendiremezlerdi, belki o günlerde resimlerimin arkalarına tarih atıp saklasalardı, insanlar bugünkü çalışmalarımla eskiyi daha iyi mukayese edebilirlerdi. “Liseden sonra daha toplumcu, daha sosyalist bir çizgiye evrildim” -Çocukluğunuzda sizi resme yönlendire, büyük oranda kendiniz ifade etme arzusuymuş. Peki, yetişkinliğinizde verdiğiniz eserler için sizi ne motive ediyor? Ateş: Aslında beş yaşındaki Erdal Ateş ile şu anki Ateş’in yaptığı resimlerin özünde hiçbir değişiklik yok. Aynı çıkış noktası ve anlatım tarzıyla yapıyorum. Tabii ki bu süreçte ben bambaşka bir yere evrildim düşünce anlamında. Liseden sonra daha toplumcu, daha sosyalist bir çizgiye evrildim, algılama biçimim de bu minvalde oldu. Eşitlikçi, özgürlükçü bir dünyayı algılama söz konusu fakat bunu kaba bir biçimde resme yansıtmadım. Yüzeysel, soyut resim yaptığım için dışarıda bir karşılığı yoktu, belki onları figüratif anlatmış olsam birilerini rahatsız edebilirdi. Son yıllardaki kimi sergilerime baktığımda, daha çok toplumsal travmalara odaklanan resimler yaptım. Örneğin, Mimarlar Odası’nda açtığım ‘Bu Anlatılan Senin Hikâyen’ isimli sergim, mültecilere odaklanan bir sergiydi, ticariye bir amaç da gütmüyordu. Daha öncesinde Heinrich Heine’nin ‘Kitapların yakıldığı bir yerde gün gelecek insanlar yakılacak’ sözüne atfen, Sivas Katliamı’na odaklanan bir sergi açtım. Bunu da Galeri Kara’da hayata geçirdim. Bir de Fransız Kültür Merkezi’nde yine yersizlik, yurtsuzluk üzerine bir sergi açtım. Benim çalışmalarımda bireysel ve toplumsal travmalar kendini gösterir. Birkaç sergi projem de politik nedenlelre hayata geçmedi. Baktığım yer daha çok böyle olunca, bunları kavramsal bir çerçevede işliyorum ve ticari kaygı gütmüyorum. Sergilerim satışa kapalıydı çünkü etik olarak doğru bulmuyordum. Sivas eserlerimi Madımak Müzesi’ne bağışladım. Son yıllarda da başka birkaç tema üzerine çalıyorum ama uzun yıllar duvar üzerine çalıştım. “İlginç bir teknikti, dünyada örneği yoktu” -Biraz açar mısınız? Neyi kastediyorsunuz? Ateş: Atıl mekanların çatlamış, kavlamış duvarları bana çok çekici gelirdi. 10 yıl onlar üzerinde çalıştım. Ben bunları atölyemde çalışırken beni öyle bir yere sürükledi ki… Yağlı boya yapıyordum ama tatmin etmiyordu. Atölyenin duvarlarını yıktım ve bir yenilik arayışıyla, dünyada sadece benim yaptığım bir makine icat ettim diyebilirim. Bir metrelik seramik mantığıyla teflon bantla çalışan bir makine… Seramik katmanlar elde etmek istiyordum ama onları tuvallere nasıl monte edebilirim? Her gün çalışıyordum, atölye şantiyeye dönmüştü. Altı metrelik bir makine sistemi yaptık makineden anlayan bir arkadaşımla. Sonra bir kaç kimyager dostumla farkında olmadan elastik bir seramik elde ettim. Kâğıt kalınlığında, 180-200 derecede fırınlanan ve buruşturulabilen seramik tabakalar… Normalde seramik 1000 derecenin üstünde pişer. Bu teknikle, biri yurt dışında olmak üzere 12 solo sergi açtım ve bu tekniğin ne olduğu sorusunu zor yanıtladım. Benim tekniğimi seramikçiler bile anlamıyor. Brüksel’den aldığım bir sergi teklifiyle de resimlerim koleksiyonlara girdi. En sonuncu ‘Duvarlar Serisi’ni Kore Kültür Merkezi’nde açtım. ‘Uzak ve Güzel Mahalle’ isimli, Koreli bir yazarın (Yung Gui Ca) eserinden hareketle ele aldığım bu çalışma oldu. Çalışırken çok eğlendim ama kendimi tekrar etmek istemedim ve bitirdim. İlginç bir teknikti, dünyada örneği yoktu ama sanatın haz üzerine kurulduğunu düşündüğüm için, bu bitince başka şeylere yöneldim…