Günaydın Ankara Temsilcisi olduğum dönemde, muhabirlerimin anlayışı şuydu; haberin canını oku haberi kanlandır şeklinde bir anlayış vardı ama buna ben katılmadım. Düşünce olarak buna karşı oldum. Ama biz haberlerimizi gönderirdik onlar ne hale getirirlerdi. Örnek vereyim; Bir gün Türkiye’nin en şişman telekızı diye bir haber gönderdik. O haber birkaç gün sonra İstanbul’dan bize günde 30 ekmek yiyen kadın şeklinde geldi. Bunlar oldu ama bunları ben istemedim. İtiraf edeyim bu yüzden ne Günaydın’da ne de Sabah’ta başarılı bir temsilci değildim
Türkiye’de ki köşe yazarların medya içinde ki yeri değişti. Şimdi dört duvar arasında telefonlarla, gelip giden eş- dostlarla görüşüp yazı yazmak oldu. Köşe yazarlığı gazeteciliğe nazaran çok zevkli değil. Çok ferdi bir çaba istiyor. Hatta kişiselliğin ötesinde vücudun bir bölümüyle ilgili. Mesela ayaklarınız hiç yorulmuyor. Gözleriniz, ayaklarınız olmasa da olur. Bir gözlem gerektirmiyor. Yani çıkıp bakayım toplum ne yapıyor derdiniz olmuyor. Halktan kopuk oluyorsunuz. Türkiye’de çok okunan köşe yazarı onu geçmez ancak 600’den fazla köşe yazarı var
2000’li yılların başlarında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak derslere girmekte olan gazeteci Süleyman Coşkun öğrencileri ile çok başarılı bir çalışma gerçekleştirir. İkişerli gruplar halinde belirlediği öğrencilerini gazetecilik mesleğine yıllarını vermiş başarılı isimlerle söyleşiler yapmaya gönderir. Öğrenciler söyleşi yapacakları isimler hakkında ön araştırma yapar. Bu araştırma sırasında kimi zaman gazetecilerden kimi zaman yakın çevresinden söyleşi yapacakları isimle ilgili bilgi edinirler. Sonra randevu alınır ve söyleşi gerçekleşir. Bu seçkin gazeteciler arasında Bekir Coşkun da vardır. Sümbül Bayrak ve Mehmet Güven soruları sorar kendisi de Başkent Gazetecilik Yüksek Okulu’ndan mezun olan Bekir Coşkun büyük bir içtenlikle cevap verir. Bu söyleşiyi sayfamıza alıyor ‘Büyük Usta’yı saygı ve rahmetle anıyoruz. Bu söyleşi Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları ve Uygulamaları Merkezi (İLAUM) tarafından desteklenen ve 2004 yılında yayınlanan ‘Kendi Anlatımlarıyla Duayen Gazeteciler’ serisinin 2. Cildinde yer almıştır. ÇOCUKLUĞUNUZU VE URFA’YI ANLATIR MISINIZ? Ben Urfa’nın içinde doğdum. Kara meydanında, kara kaplı bir evde. Beni dünyaya getiren ebenin ismi de Kara Emine. 1945’te doğdum. Çocukluğum çok sıkıntılı geçti. 4,5 yaşındayken annem öldü. Kızkardeşimle ikimiz yalnız kaldık. Babam nahiye müdürüydü. İl, ilçe, bucak. Bucağın o zamanki ismi nahiyeydi. Babam bölgenin yüksek bir otoritesiydi. Babam arkasında bir manga asker tahkikata gideri. Kızkardeşim ve ben eski bir Ford kamyonun arkasında o zamanlar çok ender bulunan naylon bir torbanın içinden ceviz ve üzüm yiyerek babamın arkasından giderdik. Biz böyle babamın peşinde yıllarca dolaştık. Bu yüzden ilkokulu birçok yerde okudum. Babam İsmet Paşa’yı çok severdi. Ancak iktidarda Demokrat Parti olduğu için çok sık sürgün edilir; benim de okulum çok sık değişirdi. Babam Trabzon’a gönderilince beni de amcamın yanına gönderdi. Amcam Demokrat Parti İlçe Başkanıydı. Babam daha sonra Ceylanpınar’a geldi ve çocukluğum Ceylanpınar’da mayın tarlalarının yanında geçti. Ortaokulu ve liseyi de Urfa’da bitirdim. NEDEN ÖZEL GAZETECİLİK YÜKSEKOKULU’NU TERCİH ETTİNİZ? Üniversiteye Ankara Hukuk Fakültesi’nden Başkent Gazetecilik Özel Yüksek Okulu’na geçtim. Bizim bütün ailenin erkekleri avukat, kızları ise evhanımıydı. Çok sevmedim Hukuk Fakültesi’ni. Ben de onlar gibi olmak istemedim. Benim aklımda hep gazetecilik vardı. Çünkü peltek olduğum için kendimi yazı yazarak daha iyi ifade ediyordum. GAZETECİLİĞE NASIL BAŞLADIĞINIZI ANLATIR MISINIZ? Ankara’ya geldiğimde geceleri Rüzgarlı’da batakhane bir pavyonda kanun çalıyordum. Aynı zamanda fiilen gazetecilik yapıyor ve okula da devam ediyordum. Pavyonda herkes bana talebe derdi. Bir gün pavyona Zeki Müren geldi. O gece kanunla taksim yapmıştım. Zeki Müren beni sormuş, talebe olduğumu ve derslerimi orada çalıştığımı öğrenince çok üzülmüş. Beni yanına çağırdı ve inanılmaz şefkat gösterdi. Bana güzel bir aile gazinosunda akşam saat 9.00’da biten bir iş buldu. Boş zamanlarımda da gazeteye gidiyordum. Gazetecilikle ilgili ilk işi bana Tasvir Gazetesinin Genel Müdürü İlhan Bardakçı verdi. Bu iş matbaa dairesinden çıkan paketleri sayma göreviydi. Okulu bitirdiğim gün müzisyenlik işini bıraktım. Gazeteciliğe başladım. Hür Anadolu gazetesi o zamanlar büyük bir atılım yapıyordu. Ankara’da çıkan bir gazeteydi. Gazeteye gittim. Onlara foto muhabiri lazımmış. Orhan Taşan Genel Yönetmen, beni odasına çağırdı. Ne için geldin dedi. Muhabir arıyormuşsunuz, muhabirlik için geldim dedim. O da bana muhabire ihtiyaçları olmadığını, foto muhabirinin gerekli olduğunu söyledi. Ben foto muhabiriyim onu da yaparım dedim. Bu benim meslek hayatımın büyük yalanlarından biriydi. Ben o zamanlar fotoğraf makinesini elime almış değildim. Ne zaman hazır olacağımı sordu. Yarın başlayabileceğimi söyledim. Ünsal diye bir arkadaşımın Kızılay’da fotoğrafçı dükkânı vardı. O gece onun yanına gittim. Sabaha kadar hurda bir fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekip filmi yıkadım ve karta bastım. Sabaha doğru çekecek insan bulamayıp kedileri çekmeye başladım. Sabahleyin elimde çektiğim fotoğraflarla gittim ve kötü bir foto muhabiri olarak işe başladım. Tabi kadro filan yok sürüneceksin. Çok çalışkan bir foto muhabiriydim. Hiç eve gitmezdim. Ayrıca o dönemde ilkyazı işleri müdürümüz Ahmet Nadir’in de çok desteğini gördüm. Ahmet Nadir bana gazeteciliğin bütün işlerini öğretti. Bir gün beni foto muhabirliğinden alarak polis muhabiri yaptı. Polis muhabirliğinden sonra da politika muhabirliği yaptım. SONRA NEREDE ÇALIŞTINIZ? Hür Anadolu’dan sonra Türk Haberler Ajansına geçtim. Türk Haberler Ajansında parlemento muhabirliği yaptım. Daha sonra yeni kurulan bir haber ajansında iki yıl Genel Müdürlük yaptım. Türk Haberler Ajansında Büro Şefimiz Erdoğan Örtülü son derece sakin, günde ortalama on kelime söylemeyen, çok toleranslı bir büro şefiydi. Büroda rakı içmek, kız arkadaş getirmek veya tavla ya da iskambil oynamak dahil inanılmaz hoşgörüsü vardı Örtülü’ye son derece saygı duyar ve çok severdik. Zaten o ayrıldıktan sonra Türk Haberler Ajansı büyük kan kaybetti. İKİ YIL GENEL MÜDÜRLÜK YAPTIĞINIZ AJANSIN ADI NEYDİ? İki yıl Genel Müdürlük yaptığım ajans Karadeniz Haber Ajansıydı. Bu ajans sahipleri bir grup Karadenizliydi. Bunlar çok ortaklı bir şirketti ve bir ajans kurmuşlardı. Amaçları Karadeniz’i tanıtmaktı. Sonra bunların ortaklıkları dağıldı. Bunlardan birisi bizim ajansın Yönetim Kurulu Başkanı Nuri Özaltın’dı. Nuri Özaltın kim? ANAP milletvekili Ali Talip Özdemir’in kayınbabası. Daha sonra biz bunlarla geçinemedik. Bunlar ajansın siyasetçilerle işadamları arasında köprü olmasını istediler. Bunların bir amacı, tabii bunu yüzüme hiçbir zaman söylemediler ama bunu ben hissettim, bunlar biraz daha popüler olmak istiyorlardı. Bu belki de patronların, holdinglerin birer televizyonumuz birer gazetemiz olsun isteklerinin ilk denemesiydi. Sonra biz oradan ayrıldık. Bu tür ajanslar yaşayamıyorlar zaten. En ufak bir kirli işlerini görmedik ancak tedirgin olduğumuz için ayrıldık. Karadeniz Haber Ajansı’ndan sonra Günaydın gazetesine geçtiniz. Sizi Günaydın’a çağıran kimdi? GÜNAYDIN’DA HANGİ GÖREVDE İŞE BAŞLADINIZ? Günaydın’a beni alan Ankara Temsilcisi Can Pulak’tı. Can Pulak sert bir insandı. Kendisine göre askerimsi ilkeleri vardı. Mesela saat 08.00’da iş başı, 08.15’te toplantı gibi. Bir içtima eksikti sabahları. Bunun yanında inanılmaz heyecanlı bir gazeteciydi. Bu yönünden çok yararlandım. Disiplinsiz bir insandım ama Can Pulak sayesinde yaşantım disipline girmişti. Saat 07.00’de kalk, 07.20’de yüzünü yıka, 07,45’te yola çık, tam saatinde içtima değilse bile nizamiyede hazır ol. Yöneticilik ister istemez insanı sertleştirir. Can Pulak Günaydın’dan ayrıldıktan sonra onun yerine ben temsilci oldum. Onun eleştirdiğim sertliğini ben de yaptım. Çünkü yöneticilik biraz sertlik isteyen bir şeydir. Laçka olmamak lazım. Günaydın’da parlamento muhabiri olarak işe başlamıştım. “HABERİN KANINI AKITMAK” SÖZÜYLE NE ANLATMAK İSTENİYORDU? Bu söz benim değil. Ben kan lafını hiç sevmem. Günaydın’ın o yıllarında böyle bir prensip vardı. Haberlerin kanlı canlı olması isteniyordu. Ben bunlara hep karşı oldum. Böyle bir gazeteciliği de kabul etmiyorum. Bir haberi zorlamak, haberi bir yere çekmek, ben hep bunun karşısında oldum. Gazetecilik hayatımda en acılı en zor günlerimi Günaydın’da bu anlayışla kavga ederek geçirdim. Bu Türkiye’nin bir gerçeğidir. Yıllarca canı okunurcasına, suyu çıkarılırcasına bu tür habercilik yapılmıştır. GÜNAYDIN’DA “BULVAR GAZETECİLİĞİ” YAPMADINIZ MI? Hayır ben yapmadım demiyorum. Günaydın Ankara Temsilcisi olduğum dönemde, muhabirlerim habercilik yapıyordu. Çocukların anlayışı şuydu; haberin canını oku haberi kanlandır şeklinde bir anlayış vardı ama buna ben katılmadım. Düşünce olarak buna karşı oldum. Ama biz haberlerimizi gönderirdik onlar ne hale getirirlerdi. Örnek vereyim; Bir gün Türkiye’nin en şişman telekızı diye bir haber gönderdik. O haber birkaç gün sonra İstanbul’dan bize günde 30 ekmek yiyen kadın şeklinde geldi. Bunlar oldu ama bunları ben istemedim. İtiraf edeyim bu yüzden ne Günaydın’da ne de Sabah’ta başarılı bir temsilci değildim. SİZDEN SUÇLULARIN TRAŞ EDİLMİŞ VE KRAVAT TAKILMIŞ FOTOĞRAFLARI MI İSTENİYORDU? Başta böyle şeyler olmuş olabilir; fakat biz daha sonra bunu daha pratiğe döktük. Biz sakallı makallı, kravatsız suçluların fotoğraflarını çekip İstanbul’a gönderiyorduk. İstanbul’da bir ressam vardı. Ressam Orhan suluboyayla resimleri düzeltiyordu. Traş edip kravat taktırmaya gerek kalmıyordu. GÜNAYDIN’DA KÖŞE YAZARLIĞINA NASIL BAŞLADINIZ? İlk yazılarım Günaydın’ın Ankara sayfasında çıkıyordu. O zamanlar Günaydın’da istihbarat şefliği yapıyordum. İlaveye Ankara’la ilgili yazılar yazıyordum. O, çok eğitici oldu benim için. Aynı zamanda mizah ağırlıklı ama mizahın artı gerçek röportajlar yazıyordum. “Protokolü Delen Adam” diye bir röportaj yapmıştım. Bu röportaj Tapu Kadastro Müdürlüğü’nde çalışan Muharrem adındaki bir odacı ile ilgiliydi. Bu odacı bütün devlet protokollerine katılıyor, başbakanı, darbenin ertesi günü Kenan Evren’in, ABD başkanının elini sıkıyordu ve protokolü deliyordu. Adam her gün gazeteye ya da televizyona bir yolunu bulup çıkıyordu. Ben bunun fotoğraflarını elime geçirdim ve haber yaptım. Haldun Simavi bunu çok beğenmiş ve Bekir’e yazı yazdıralım demiş. Beni Londra’dan aradı. Haftada bir gün yazmaya başladım. KÖŞENİZİN İSMİ “DOKUZUNCU KÖY”DÜ. İSİM BABASI KİMDİ? Haldun Simavi Londra’dan aradıktan sonra İstanbul’a gittim. Günaydın’ın Genel Yayın Yönetmeni o zaman Rahmi Turan’dı. Ben köşene isim buldum “Dokuzuncu Köy” dedi. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar varya işte dokuzuncu köy burası dedi. Asil Nadir Günaydın’ı alınca, köşemde onucu köye diye bir yazı yazdım. Çok ağır bir yazıydı. Asil Nadir bu yazıyı kabul etmedi ve yazımı gazeteye koymak istemedi. O gece Günaydın’da büyük kavgalar oldu. Yazımda Asil Nadir’in kara parayla geldiğini üstü kapalı ima ediyordum. Sedat Simavi’nin kalemimi kırmam sözünü köşeme koydum. Köylüyüm ya heybemi aldım onuncu köye doğru gidiyorum dedim. Bu kavgadan sonra işsiz kaldım. Herkes bu yazımdan sonra arayıp tebrik etti ama kimse bana iş vermedi. Aylarca oturup evde iş bekledim. SABAH GAZETESİ’NE SİZİ KİM ÇAĞIRDI? Bir gün Zafer Mutlu beni aradı ve Sabah’a çağırdı. Orada köşemin ismi ”Onuncu Köy” olmuştu. Hem Sabah’ın Ankara Temsilciliğini hem de yazarlığını yaptım. Ben gittiğimde Sabah gazetesi 12 veya 18 sayfa bir şeydi. Daha çok baldır bacak haberleri önde olan çok da ciddiye alınmayan bir gazeteydi. Zafer Mutlu gazeteyi toparlamaya kara verdi. Zafer Mutlu ile ben Abant’ta eşlerimizle buluştuk. Üç gün tatil yaptık. Ve biz üç gün boyunca kahvaltı masasında, yemek masasında ne yapabileceğimizi aradık. Orada üç şeye karar verdik: 1. Haberciliğin güçlenmesi için kararlar aldık. 2. Benim bir yazı dizisi hazırlamama karar verdik. Yazı dizisinin adını da orada koyduk. “Has bahçede sonbahar”. Bu yazı dizisi Özal döneminde yapılan bütün bu çete ve rezillikleri ortaya döküyordu. 3. Son bir karar daha aldık. O da sayfa adedinin artması Fakat bunlardan ikisini İstanbul yapacak ben ise yazı dizisini hazırlayacaktım. Ve yazı dizisini hazırladım. O zaman inanılmaz bir televizyon kampanyası ve afişlerle bütün Türkiye donatıldı. Billboardlardaki afişlerde ben elimde bir olta, balık avlıyordum. Nitekim “Has bahçede sonbahar” başladığı günün akşamı mahkemeler tarafından durduruldu. Ve 14 dava açıldı. İkinci gün biz adını değiştirdik. Has bahçede sonbaharın adını “Saltanat Kayığı” yaptık. O da durduruldu. Daha sonra mahkeme öyle bir karar verdi ki içinde Turgut Özal, Semra Özal, işte çete, mafya adı ve Bekir Coşkun ismi olan herşey yasak. Biz de vazgeçtik. Ama bu arada parlamentoda kıyametler koptu. Süleyman Demirel, Erdal İnönü kürsüden konuşmalar yaptılar. İktidarla muhalefet arasında kavgalar çıktı. Ben kaçıyorum savcılar kovalıyorlar. Her gece matbaanın etrafını polisler sarıyor, gazetenin çıkışını engelliyorlar. Böyle inanılmaz bir kavgaya girdik. Bu olaylarla birlikte Sabah gazetesinin toplum nezdindeki itibarı yükseldi bununla beraber de tirajımız inanılmaz arttı. Zafer Mutlu da benim çok şey öğrendiğim bir insandır. SABAH’TAN NİÇİN AYRILDINIZ? HÜRRİYET’E SİZİ KİM ÇAĞIRDI? Sabah’tan ayrılmamda ki en büyük neden haberin zorlanmasıydı. Bu anlayışa daima karşı oldum. Beni Hürriyet’e beni çağıran Ertuğrul Özkök’tür. Bir gün beni telefonla ardı ve Hürriyet’e çağırdı. Zaten ben de bu zorlama haberlerden iyice rahatsız oluyordum. Hürriyet’e gittim. BEKİR COŞKUN HÜRRİYET’TEKİ ÜSLUBUNA NASIL ULAŞTI? Ben onu bilinçli olarak yaptım. Sabah’taki köşemde habercilikte yapıyordum. Haber de yazıyordum. Fakat Hürriyet’e geldiğimde baktım rakiplerim çok güçlü. Yani benim köşemde bunlarla yarışmam mümkün değil. Birinci rakip Emin Çölaşan ki köşesinde her an bir bomba patlayabilir, ondan sonra Yalçın Bayer, ondan sonra Muharrem Sarıkaya, ondan sonra Turfan Türenç ve Ertuğrul Özkök. Şimdi köşesinde gerektiğinde haberi yoğuran kullanan bunca insanın arasında benimde haber yazmam olmazdı zaten. Ben de ne yaptım o zaman. Şunu söyledim kendi kendime. Bunlar sivri sineklerle tek tek uğraşıyorlar. İşte jet Fadıl odur budur. Bu gerekli bir şey. Toplumdaki hırsızların birilerinden korkması lazım. Bu arkadaşların yaptıkları doğru. Ama ben de bataklığı kurutmalıydım KÖŞE YAZARI BEKİR COŞKUN, MUHABİR BEKİR COŞKUN’A NASIL BAKIYOR? Köşe yazarları asla gazeteci değildir. Bunu ayırd etmek lazım artık. Fakat nehikmetse hep iyi gazetecinin illa bir köşesi oluyor. Ve bu sefer haberciliği, muhabirliği köşesine taşıyor. Zaten ben onlara köşe muhabiri diyorum. Onlar köşe yazarı filan değil. Güzelim haberler o köşelerde ölüp gidiyor. Bu gün ayırd edemeyiz belki kim köşe yazarıdır? Kim köşe muhabiridir? Ama bundan seneler sonra o yazıların hiçbir anlamı kalmamışsa onlar köşe muhabiri ama o gün bile okunuyorsa o yazı, o köşe işte onlar köşe yazarıdır. PEKİ, SİZİN YETİŞTİRDİĞİNİZ GAZETECİLER OLDU MU? Bir genci alıp yetiştirmek, evde saksıda çiçek yetiştirmek gibi çok mutlu edici bir şey. Ben onlarla hep gurur duyarım. Mesela Nuri Kayış. Türk bürokrasisi düzgün bir adam görsün istedim. Anadolu Ajansı Genel Müdürü Mehmet Güner de öyle. Tabi içinde umduğumun tam tersi çıkanlar da olmadı değil. Ama milletvekili olanlar bile düzgün milletvekilliği yaptılar. Saksılardaki çiçekler gibi onlara su verdim, onların ışığı görmesi için yerlerini değiştirdim, onların yüzünden uykusuz kaldım, onların yüzünden oturup ağladığım oldu. Hatta yetiştirdiğim insanlar içinden mankenler, spikerler bile çıktı. Bahar Tuna gibi. GAZETECİLİKTE EN ÇEK KIZDIĞINIZ ŞEY YALAN HABER MİYDİ? Evet, ama nedense benim çalıştığım bütün gazetelerde hep yalan haberden yana gazetelerdi. Muhabirlerime hep haberi şişirmeden verelim derdim. Çünkü biz şişirir bir de İstanbul’da şişirirse haber patlıyordu. ÇOK SERT BİR YÖNETİCİ MİYDİNİZ? Evet, yüzüm gülmezdi. Benim adımı bir ara Nazi Subayı koymuşlardı. Çok sert önlemler alırdım. Bunu yaparken içim cız ederdi ama iki gün sonra arkadaşların bir sorunu olduğunda onların yanındaydım. TÜRKİYE’DE Kİ KÖŞE YAZARLIĞINI NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ? Yazarların medya içinde ki yeri değişti. Şimdi dört duvar arasında telefonlarla, gelip giden eş- dostlarla görüşüp yazı yazmak oldu. Köşe yazarlığı gazeteciliğe nazaran çok zevkli değil. Çok ferdi bir çaba istiyor. Hatta kişiselliğin ötesinde vücudun bir bölümüyle ilgili. Mesela ayaklarınız hiç yorulmuyor. Gözleriniz, ayaklarınız olmasa da olur. Bir gözlem gerektirmiyor. Yani çıkıp bakayım toplum ne yapıyor derdiniz olmuyor. Halktan kopuk oluyorsunuz. Türkiye’de çok okunan köşe yazarı onu geçmez ancak 600’den fazla köşe yazarı var. TÜRK BASININDA YAZARI İNSAN OLMAYAN “PAKO”NUN YARATICISI SİZSİNİZ. BU NEREDEN AKLINIZA GELDİ? Pako köpeğimin ismi. Bunu yaparken çocuklara ulaşmayı kafama koymuştum. Çevre ve doğayla ilgili büyüklerimizi kaybettiğimizi artık kaybedilmiş bir kuşak olduğunu, bari çocuklara ulaşabilir miyim diye düşündüm. Başarılı da oldum. Çocuklar sokakta beni gördü mü adını hatırlayamıyorlar ama Pako’yu hatırlayıp bana Pako’nun babası diyorlar. Pako okullarda ders kitaplarına girdi. Medya ilk bakışta şok geçirdi. İnsanlar dururken hayvandan yazar olur mu diye eleştirenler oldu. Ama bir süre sonra kendileri kuşları ve kedileriyle bu tür yazılar yazdılar. GÜNÜMÜZDEKİ MEDYAYI NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ? Türkiye medyada dibe vurmuş durumda. Yazılı basının kısmen kendi gelenekleri var. Yalnız daha görsel medyanın gelenekleri oluşmadı. Onun için televizyonlar daha berbat durumda. Yaptıkları kalitesiz yayınlar bir yana ekonomik olarak da çöküntü içindeler. Nitekim holdingler tetikçi olarak kurdukları televizyonları kapatmak zorunda kaldılar. Bu medyanın işlevsel olarak zor günler yaşadığını gösterir. Peki işlevsel olarak neden zor günler yaşıyorlar? Çünkü özelleştirme henüz Türkiye’de bitmedi. Ve gazetelerin sahipleri aynı zamanda holdinglerin de sahipleri. Onlar özelleştirmeden payını alacak ve medya kendini bulacak. O pasta dağıtılmadığı, bitmediği sürece gazetelerin gazete olması mümkün değil. Çünkü patron pastadan pay istiyor. Elinde gazeteler var. Gazeteyi tetik olarak kullanıyor. Ben bunu bir gazete veya grup için söylemiyorum, genelde anlayış bu. Batıda da holdinglerin gazeteleri ve televizyonları var. Ama orada bir mekanizma var. Yazı işlerinin özgürlüğü diye bir kavram var. Patron gelir yazı işlerinin kapısından içeri giremez. Girse bile oturup bir çay içer çeker gider. Gazetede haberler yapılırken gazeteciler patronun müdahalesine izin vermez. Bu gelenek bizde oturmuş değil. Bu TV için de söz konusu. Yani TV’de de yayın kurullarının bağımsızlığı - özerkliği kavramı vardır. Bunu mutlaka oturtmak lazım. Bizim kuşak zor da belki sizin kuşak bu kavram ve kuralları oturtabilir. GAZETE SAHİPLİĞİNİN AİLELERDEN HOLDİNGLERE GEÇMESİ MEDYAYI OLUMSUZ YÖNDE Mİ ETKİLEDİ? Ailelerden kurtulan sırf medya değil. Mesela iktidarda öyleydi. Fakat sermaye büyüdüğü zaman aileleri aştı. Aileler tek başına yetmez oldular. İçinde binlerce aileyi barındıran sermaye ailesi ortaya çıktı. Sermayenin bu yapısı aile yapısından çok daha güçlü, çok daha acımasız, çok daha tehlikeli ve yırtıcı yaşamak zorunda olan ve bunun için de tüm değerleri yemek zorunda olan inanılmaz bir güç olarak ortaya çıktı. Ailenin çok üzerinde, çok daha büyük. Özel politikalarının Türkiye’de uygulanmaya başlamasıyla bakkallar birleşip market olmaya, küçük berberler birleşip kuaför açmaya, ayakkabı tamircileri ortadan kalkıp, büyük ayakkabı mağazaları kurulmaya başladı. Böylece bütün sektörler bir araya gelip büyüme çabasına girdiler. Medya da böyle olmak zorunda kaldı. Nitekim Özal’ın bir sözü vardı; Türkiye’de ikibuçuk medya kalacak diye. Nitekim öyle oldu. Ayakta kalan gazeteler büyümeyi yanlış anladılar. Tirajı büyütmek yerine, binalarını büyüttüler. Kadroları büyütmektense daha iyi elemanlar, daha donanımlı muhabirler yerine makinaları büyüttüler. Fakat en etkilisi gazete yönetimlerinin yaşam biçimi büyüdü. Gazete sahiplerinin uçakları, yatları, katları oldu. Ama tiraj aynı tiraj. Bu tehlikeli bir şey. İngilizler hala bodrum katlarında gazete çıkartıyorlarsa paraları olmadığından değil. Büyük binaların büyük giderleri vardır. Onu çıkartmak için tirajının büyük olması lazım. Tiraj büyümediği zaman siz gidip iktidarların eteğini öpmek zorunda kalacaksınız. Nitekim öyle oldu. GAZETELERİN BABIALİ’DEN İKİTELLİ’YE TAŞINMALARI GAZETECİLERİ VE GAZETECİLİĞİ NASIL ETKİLEDİ? Sanki gazeteler üç milyon tirajları varmış gibi inanılmaz büyük makinelere, gökdelenlere, füme camlı arabalara sahip oldular. Ki ben İstanbul’a her gittiğimde arabanın arka koltuğuna gömülünce bakıyorum neden onların insanların, toplumun acılarını anlamadığını anlıyorum. Füme camlı arabadan baktığınızda bütün insanlar denizden tatilden gelmiş gibi bronz tenli görünüyor. İkincisi yüksek binaya çıktığınız zaman yüksekten insanlara baktığınızda küçücükler; karınca kadar. İnsanlar mı değiller mi belli değil. Bütün bunlar medyayı zor duruma soktu. Medyanın özellikle kimi medya patronlarının içeri girmesinden, yurtdışına çıkmasından, toplum içine çıkamamasından hep bu gidiş sorumlu. Ve zaman geldi. Büyük bina ve makine sahibi olmakta yetmedi birara banka sahibi olma gereğini hissettiler. Medya patronu, yani gerçekten bu işi yapmak isteyenler iktidarlara yanaşma gereği duymayıp da iktidarın kafasına nedir bu hırsızlık? nedir bu rezillik deyip temiz toplum yaratma kampanyalarına yönelmeleri mümkündü. Onu yapmayıp da göz yumdular bu sefer. Sen de patron ol, sen de şu ihaleyi al, senin de bir televizyonun olsun diyorsun. Medyanın görevini yapmaması bugün Türkiye’nin en büyük sorunu. Bugün sorun ne parlamentonun, ne bürokrasinin laçkalığından kirliliğinden değildir. En büyük sorun, en ciddi sorun medyanın son derece kirlenmiş olmasıdır. Türkiye’nin aydınlığa, düzlüğe ak pak bir toplum olmaya gitmesindeki en büyük engel medyadır. Patronuyla, çalışanıyla, benim bile medya içinde bunda payım vardır. Son zamanlarda başbakanları göreve getiren hep medya olmuştur.
Editör: TE Bilisim