Birsen GÜRDİL Son ABD Başkanı Donald Trump, bazı Müslüman ülkelere karşı aldığı anlamsız kararlar bir yana, 202 yılından bu yana Beyaz Saray’da oturan her ABD’li başkan Müslüman ülkelerle iyi ilişkiler kurmasının ötesinde Ramazan resepsiyonları vermeyi de bir gelenek haline getirmiş ve bu düzenlemeler yıllar, hatta asırlar boyu sürerek günümüze kadar gelmiştir. Her nedense başkanlık koltuğunda oturan Bay Turmp, bu yıl ilk kez Müslüman âleminin bu en kutsal ayı Ramazan’a hiç ilgi göstermemiş, Beyaz Saray’ın kapılarını milyarlarca insanın en saygın duygularını hafife almıştır. Barack Obama, hatta ondan önceki başkanlar Clinton, George Bush Beyaz Saray’daki iftar yemeklerine ve Ramazan Bayramı resepsiyonlarına özel ilgi gösterirlerdi. Amerikan Ulusunun kurucusu, bağımsızlık bildirgesinin yazarı ve ABD’nin üçüncü başkanı olan Thomas Jefferson, 1805 yılında Ramazan nedeniyle Beyaz Saray’da vermek istediği iftar yemeğine o yıllarda Osmanlı İmparatorluğu toprakları sayılan Tunus Beyliğinden gelen elçi Süleyman Mellimelli’yi ağırlamıştı. Aşağı, yukarı 202 yıldan beri uygulanan bu davetler bundan böyle iftar geleneğinin uygulanmayacağı demektir. Başkan Jeffersoy, bu konuda o kadar duyarlı ve titiz bir çalışma yaparak davetlilerin üzerine “Akşam yemeği, tam olarak güneşin batışında masada olacaktır” diye bir not koydurmuştur. Gerekçe olarak ta Türklerin güneş ufuk çizgisinin üzerindeyken oruç tuttuğu ramazan ayında olunmasını belirtmişti. ABD’nin altıncı başkanı John Quincy Adams’da, başkanlık yaptığı sürece Müslümanların bu kutsal ayında daima saygılı olup iftar ve ramazan resepsiyonlarını aksatmadan sürdürmüştür. Bu tarihi belgelerin ortaya koyduğu bir gerçekte, ABD ile Osmanlının, daha sonra genç Cumhuriyet Türkiye ilişkilerinin asırlar boyu sürdüğünü ortaya koymaktadır. Mister Trump, canı isterse Müslüman âleminin bu özel ayında ilgi gösterir veya göstermez. Biz yinede yüz yıllarca geriye dönüp, Mehmet Çelebi’nin Sultan III. Ahmet tarafından Fransa Kralı XV. Louis’ye elçi olarak gönderilmesinin ardından opera sanatının Osmanlı Sarayında yer almasının daha ziyade doğmasına neden olmasıdır. Bin yedi yüzlü yıllarda İtalya’dan tüm Avrupa’ya yayılan operanın sevilip yaygınlaşması ve de büyük kentlerde hatta saraylarda opera sarayları yapılması ile başlayan opera sevdası, 28 Çelebi Mehmet Efendi’nin, Paris’ten opera sarayında ağırlanmasından duyduğu memnuniyeti belirten notları sayesinde opera sanatından haberi olan Osmanlı’da ilk opera 1779 yılında III. Selim’in huzurunda Topkapı Sarayında sahnelenmiş. Daha sonra Sultan Abdülmecid tarafından kurulan opera orkestrası eşliğinde sahnelenen eseri Sultan ve konukları, Dolmabahçe Sarayında izlemişlerdi. Bu opera alışkanlığı saray tarafından ilgi ile izlenmiş, hatta II. Abdülhamit Yıldız Sarayında düzenlenen bu gösterileri yakından takip etmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’te, Osmanlı Sarayının bu güzel alışkanlığına ilgi göstermiş, 1934 yılında Türkiye’ye gelecek olan İran Şahı Rıza Pehlevi’ye böyle bir gösteri ve dinleti sunmak istemesi üzerine Münir Hayrı Egeli’ye acilen bir opera bestelenmesini istemiştir. 1940-1030 yıları arasında yaşamış İran Divan Edebiyatının ünlü şairi Firdevsi’nin bir eserinden ilham alınarak hazırlanan operanın Librettosunu Münir Hayri Egeli’nin yazdığı “Özsoy” operası. Ahmet Adnan Saygun tarafından bestelenerek, 19 Haziran 1934 yılında Ankara Halkevinde sergilenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk operası olması özelliğini taşıyan Özsoy’dan sonra büyük aşamalar göstermiş olan, opera kültürü sayesinde ülkemize pek çok ünlü sanatçı gelme imkânı bulmuştur. 1949 yılında kurulan Devlet Tiyatro ve Operası, yıllardan beri Ankara Devlet Balesi ve Büyük Tiyatro binasında yapıtlarını sergilemektedir. Ne yazık ki, gittikçe geniş bir izleyici kapasitesine ulaşan bu sanat kolumuzun salon yokluğu ve yetersizliği pek çok etkinliğin elde kalmasına sebep olmaktadır. Oysa, sanat ve bilime diğer ülkelerden daha çok değer veren İtalyalı zenginlerin sayesinde opera milyonlarca sanatseverin zevkle izledikleri bir sanat kolu olmuştur. 1594 yılında lirattosunu Ottavio Ri nuccini’nin yazdığı Dafne Operasının ardından, 1607 yılında Orfeo adlı esere 17. Yüzyılın eşiğinde doğan opera sanatı böylelikle İtalya’dan, dünyaya yayılırken Milano’da 6 katlı dünyanın en muhteşem opera sarayı olan Scala, bir mimari şaheser olmanın ötesinde, ünlü Türk Sokranası Leyla Gençer’inde defalarca sahne alıp, dünyanın en zor yapıtlarını muhteşem sesi ile icra ettiği bir yerdir. Şu notumu da ilave etmekte fayda vardır. Son yıllarda bu sanat kolumuz ihmal edilmektedir.