Ankara’nın simgelerinden Atakule denildiğinde, akla gelen ilk isim Mimar Ragıp Buluç’tur. Yurt içi ve yurt dışında hayata geçirdiği başarılı projelerle pek çok ödüle layık görülen Buluç, ilk başarısını henüz 29 yaşındayken “EXPO 70 Osaka Japonya Dünya Fuarı Türkiye Pavyonu” yarışması ile aldı. “İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Marmara Adası, Bozcaada ve Armutlu Trafik Gözetleme İstasyonları”, “Abdi İpekçi Spor Salonu” ve “Toplu Konut 4.Etap Camlı Sinpaş Binaları” gibi tasarımlarıyla adından övgüyle söz ettiren Buluç, 1972 yılından beri serbest mimar olarak çalışıyor. Üretim ve başarı dolu yılların arkasında yatan sanatsal ve felsefi derinliğini, bir öğle sonrasında konuk olduğum evinde dinleme şansı bulduğum Buluç, 24 Saat Gazetesi’ne anlattı... SULTAN YAVUZ/ANKARA-Takvim yaprakları 1949 yılını göstermektedir. Henüz dokuz yaşında olan Ragıp Buluç, Ankara’ya o yıllarda gelen troleybüsün arkasından hayranlıkla bakacaktır. O kadar etkilenecektir ki, bu yaşında “Şimdi çiz deseniz, tüm detaylarıyla çizerim, o kadar etkilenmiştim” diyor. O yıllardaki her çocuk gibi çöp kamyonlarının arkasından koşturuveren bu çocuğun hayali, bir gün jet pilotu olmaktır. Kimse, bu dikkatli çocuğun bir gün adından övgüyle bahsettirecek bir mimar olacağını öngöremez. Hatta lisede kompozisyon dersinden başarısız olunca, “Sen adam olmazsın” gibi sözlere de maruz kalmış ama annesi her zaman eğitimi konusunda destekleyici olmuş. Robert Koleji’nde mühendislik okumaya karar veren Buluç, burada bir yıl İngilizce okuduktan sonra 19 yaşındayken ODTÜ’ye geçiş yaparak, mimarlık okumaya başlamış. Lisans eğitimini ve yüksek lisansını ODTÜ’de tamamlayan Buluç, buradaki hocalarının mimarlığı sevdirme ve ufkunu genişletme konusunda kendisine yol gösterici belirtiyor. İlk ödülünü 29 yaşındayken, Ressam Orhan Peker’le katıldığı “EXPO 70 Osaka Japonya Dünya Fuarı Türkiye Pavyonu” yarışması ile alan Buluç, bu ödülle birlikte hayatının değiştiğini ifade ediyor. Buluç, “O tarihte Japonya’ya gitmek büyük bir olaydı, oradan sonra dünya turu yaptım. Özellikle 1970 yılındaki EXPO, mimarlığın tam da değişmeye başladığı zamandı. İlk metabolistik yapıların ve postmodernizmin ayak izlerinin görüldüğü yerlerdi” diyor. Dünyayı tanımadan sanat yapılamayacağını ifade eden Buluç, “seyahat”le neyi kastettiğini de şu sözlerle anlatıyor, “Seyahat derken, sadece o ülkelerdeki müzeleri gezmekten bahsetmiyorum. Önemli olan, oradaki insanlarla ahbaplık etmek, görüşebilmek. Mesela iki kere Arjantin’e mimarlık bienaline çağrıldım ve oradaki önemli mimarlarla dostluk geliştirdim. Bu önemli, çünkü ‘Onun yapabileceğini ben de yapabilirim’ gibi bir duygu geliyor insana. Gezeceksin ama kafanda düşüncelerin olacak, aksi halde hostesler ve pilotlar en entelektüel insanlar olurlardı. Benim kafamda her zaman yeniliğe karşı bir öğrenme arzusu vardı ve o açıdan dış seyahatler benim dünyamı değiştirdi diyebilirim. Uluslararası bir değer olabilmen için de önce yerli olmanın keyfini çıkarmalısın.” “Seni var eden değerler, ‘hayır’ demenden geçer” Ankara’da Bayındır Sokak’ta büyüdüğünü söyleyen Buluç, Danimarkalı bir mimarla kendisi arasında estetik açıdan bir fark görmediğini ama üretim konusunda temel bir fark olduğunu belirtiyor. Entelektüel tembelliğimiz olduğunu vurgulayan Buluç, “Yeniliğe açık bir toplumuz ve Atatürk devrimleriyle halk pek çok alanda daha iyisini bekledi ama ne yazık ki, biz daha iyi şeyleri sunmadık. Biz daha az üretiyoruz, Danimarkalı adamlar hiçbir şey yapamadığı zaman kitap yazıyor ya da konferans veriyor ama dinleyeni de var. Beni bir gün İstanbul’da bir konferansa çağırdılar, salonda on beş kişi var ama ‘Çok insan geldi’ diyorlar. Onların da çoğu akıllıca bir soru sormak yerine, kendini anlatıyordu. Kitap okumayan bir toplum olabiliriz ama okuyanların da yarısından çoğu okuduğunu anlamıyor zaten” diye eleştiride bulunuyor. Sanatın konfordan çıkmadığını vurgulayan Buluç, ünlü trompetçi Louis Armstrong’a dair bir anektodu da paylaşıyor. Genç bir trompetçi bir gün Armstrong’un yanına gider ve sorar, “Aynı marka trompete ve aynı nota sehpasına sahibiz. Sen de üflüyorsun, ben de üflüyorum. Neden seninki sanat da, benimki değil?” Armstrong, “Ama ben ruhumla üflüyorum” cevabını verir. Buluç, bu cümlenin sanatın da tarifi olduğunu söyleyerek, “İşte onu yapabilmek, hayatla yıkanmış olmayı gerektiriyor. Onun geliştirdiği ruh, onun üflediğini sanat yapıyor. Bu ruh gelişmesi, her sanat dalı için geçerli ve sanatın konfordan çıkmadığını düşünürüm. Nazım Hikmet’in bu kadar uzun süre hapiste yatması, belki de onun iyi bir şair olmasına neden oldu. Sanat konfordan çıkmadığı için herkes sanatçı olamıyor zaten. Aşırı öfke, aşırı sevgi, aşırı üzüntüden çıkar sanat” diyor. Mesleki başarısını işinden taviz vermemesine bağlayan Buluç, meslek etiğini de şu sözlerle anlatıyor, “Ben kendimden memnunsam başarılıyım, şimdi de memnunum. Önüme varsıl olmak için pek çok fırsat çıktı ama seni var eden değerler, ‘hayır’ demenden geçer. Profesyonelim ama satılık değilim sözünü çok severim. Şimdiki genç mimarların çoğu bu değeri karıştırıyor. 16 yaşımdayken Devlet Tiyatrosu’nda Hamlet’i izlemiştim. Cüneyt Gökçer, mezardan kuru kafayı alıp, “Ölmek veya ölmemek” dedi ve ben ölmeyi ya da ölmemeyi sorun etmiyordum. Yıllar sonra Rus bir yönetmenin Hamlet yorumunu sinemada izledim. Hamlet mezarda kafayı buluyor, annesiyle amcasının birlikte olduğunu billiyor, ya ‘Tamam’ diyerek susacak, prensliğine devam edecek ya da karşı çıkacak ve ölecek. ‘To be or not to be, that’s the questin!’ (Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu) diyor. İşte bu var olma sorusu günde 274 kere karşıma çıktı. Shakespeare’i bugüne getiren budur ama yorum da çok önemli. O öyle yorumladı ve bunun doğru yorum olduğuna inanıyorum.” Şimdiye kadar yaptıkları içinde, kendisi için en özel tasarımın ne olduğunu sorduğumda, Buluç şöyle yanıtlıyor, “Nazım Hikmet, ‘En güzel çocuk henüz doğmadı’ diyor. En güzel eserim henüz yapmadığımdır. Belki bir gün yapacağım küçücük bir kulübedir. Geçmişte hiç gözüm yok. Eskiden herhalde zamk gelişmediği için ayakkabılarımızdan çivi çıkardı, üstünü taşla ezerdik. Bana kalırsa mazi, insanın tabanını delen çividir.” “İki kültürün birleşmesiyle insanlık için yeni bir sentez çıkacak” Mimarlığın Aristoteles’ten beri altı sanat dalından biri olduğunu kaydeden Buluç, Bauhaus’dan sonra gelen modernizmle birlikte mimara ihtiyaç kalmadığını düşünen ve bilgisayarla her şeyin çizilebileceğini savunan kişiler olduğunu belirtiyor. Postmodernizmle bunun kırıldığını söyleyen Buluç, mimarlığı bir kültürün ve yaşam biçiminin parçası olarak gördüğünü dile getiriyor. Buluç, Anadolu’ya geldikten sonra oluşan Türk kültüründe, Selçuklular’ın biraz İran’dan aldıkları değerler, biraz da karşılaştıkları Ermeni mimarisiyle harmanlandıklarını belirtiyor. Osmanlı’da simboyotik mimari ile bir zarafete ulaşıldığını vurgulayan Buluç, çoklu kültürel yapıyı şöyle anlatıyor, “Türk kültürü ve yaşam biçimi, Japon ya da İngiliz kültürü gibi bir adada gelişerek kendini rafine etmiş bir kültür değildir. Bir Sivas halısında hâlâ Frig motiflerini görebilirsiniz ya da Çorum’a gittiğiniz zaman Hititli yüz tiplerine rastlayabilirsiniz. Bu birleşik ve beraber yaşamısını bilen bir kültürdür. Muhafazakâr değildir, yeniliğe açıktır. Atatürk de bunu keşfetmiş bir adamdır, çünkü toplum sağdan sola yazarken, altı ay içinde soldan sağa yazdırtmak kolay değildir. Japonlar denediler bunu mesela ama beceremediler. Kabul ettiğimiz son din, resim ve heykel gibi bazı sanat dallarını yasaklasa da, Türk milleti çıkış yollarını buldu. Ahmet Şemseddin Karahisari hat yazdı, Nigâri minyatür yapabildi, tüm bunlar sanatta devrimdir. Bunları sentez yapabilme aşkıyla söylüyorum. Batı kültürü dediğimiz, insana dayanır ve örneğin fotoğraf makinesini kimin icat ettiği önemlidir, o obje yapanın adıyla bilinir. Bizde ise isimler anonimleştirilir. Bu toplum isim sevmez, el örmesi halıyı dokuyan hiçbir kadının adı belli değildir, manileri kimin yazdığı bilinmez, türkülerin yüzde doksanı anonimdir. Bu bilinmezlik hâlâ kültürümüzün bir parçasıdır. Sanatçı yaylada yetişen nadir bir çiçek gibidir ama toplum sanki bu çiçekleri ezmekle görevlidir. Sen en önemli şarini 30 sene hapiste tutmuş, Sabahattin Ali’yi öldürtmüşsün. Benim yaptığım binalarınsa yıkılanı yıkılana... 25 yıl sonra yıkıyorlar, neden? Daha güzel olduğu için... İller Bankası neden yıkıldı? Cumhuriyet’in simgesi olduğundan. Şark kültürünün bir de hoş tarafı var; insanlığa önem veririz. Tanımadığınız bir köye gidince, sizi misafir ederler, ‘Tanrı misafiri’ diye bir tabirimiz vardır. Hiçbir dilde olmayan bir deyişimiz de mevcut; ‘İnsanlık öldü mü?’ Kore’de yaralı bir Amerikan askerini 30 km sırtında taşıyıp, hastaneye götürmüş bir insana ‘Niye yaptın?’ dediklerinde, ‘İnsanlık öldü mü?’ diyor. Şimdi bunu çeviri ile belki anlayabilirler ama adamı anlayamazlar. Batı kültüründe böyle değildir, ‘O senin problemin’ derler. Bence bu iki kültürün birleşemesiyle belki insanlık için yeni bir sentez çıkacak. Bunu çıkaracak olan insanlar da birbirine ‘Merhaba’ demesini bilen insanlar olacaktır diye düşünüyorum.” “Ben kültürün elle tutulamaz değerlerini tercih ediyorum” Buluç, Osmanlı ile günümüz yapı ve eserlerini karşılaştırarak değerlendirmelerde bulunuyor. Buluç şunları anlatıyor, “Art nouveau Batı etkisinde kalmak olarak görülür, tabii etkisinde ama bunu Osmanlı zarafetine nasıl uydurabilmişsin diye düşünmez. Nuruosmaniye Camii barok bir örnektir mesela ama Osmanlı zarafetine uygundur. İstanbul’daki pek çok art nouveau çeşme de İstanbul’un zarafetine uymuştur. Kültürün elle tutulabilen ve tutulamayan iki değeri vardır, ben hep elle tutulamaz değerleri tercih ediyorum çünkü diğeri değişkendir ve müzeliktir. Eskiden kafes varmış, bugün kullanmak anlamlı değil. Mesela geçen gün dostumun cenazesi içi Kocatepe Camii’ne gittim. Hiçbir Osmanlı camisinin avlusunda, yazın sıcaktan bunalmaz, kışın da üşümezsin. Bu, mimarlığın elle tutulmayan değerlerinden biridir. Fakat sen bunu yapmamışsın ve sonra da ‘Osmanlı mimarisi yaptım’ diye ortaya çıkıyorsun. Bu değerleri kaybetmek ve bunları yeniden aramamak bence ülkenin en büyük suçlarından birisi. Başarılı örnekler yok değil ama bunların da üstüne basılıp geçiliyor. Türk mimarisinin temeli, insana verilen kıymete dayanır. ODTÜ’deyken, bizi geziye çıkarırlardı. Sınıfta 30 kişiydik ve çoğumuz ya ateist ya da komünisttik. Hocalarımızın da çoğu yabancıydı. Edirne’de Selimiye Camii’ne gittik, ikindi namazı okunuyordu. Biz yere oturduk ve huşu içinde dinledik. Bizi orada oturtan din değil, Mimar Sinan’dı. Bunu yapabiliyorsan mimarsın zaten. Aynı devirde yapılan Michelangelo’nun gotik binalarına bakarsan korkarsın, seni ezer ama Rönesans’tan bile önce, Türk mimarisinde insani değerlere yer verildiğini görürsünüz.” “O eserler yüksek kültürün ürünüydü” Osmanlı’dan sonra Cumhuriyet dönemiyle birlikte eski estetik düzeye neden ulaşılamadığı sorusuna yanıt veren Buluç, o eserlerin ve yapıların yüksek bir kültürün ürünü olduklarını ve mevcut durumun, o kültürün kaybolması sonucu oluştuğunu söylüyor. Buluç, “Sadece mimarlık alanında da değil, bugün Yorgo Bacanos, Tatyos Efendi ya da Bimen Şen de yok. Osmanlı kültürü, ‘Bu Rummuş, bu Ermeniymiş’ diye bakmıyor, kim değerliyse ona önem vermiş ve zaten yüksek kültür dediğin de budur. Fakat geleceğe dair de umutsuz değilim” diyor. Kadınların kendisine çok şey öğrettiğini ifade eden Buluç, “Sevgiyi, yumuşaklığı öğrettiler ve hâlâ da öğretiyorlar. Erkekler biraz daha hoyrat olabiliyor. Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum; kadınlar daha üstün. Biz nobran ve kırıcıyız; onlar daha sevgi dolu” diye belirtiyor. Buluç, başarılı bulunan kadın mimarların görece azlığının ise yılların getirdiği erkek egemenliğinin sonucu olduğunu ve kadınların her konuda yetenekli olduklarını söylüyor. Buluç, “En güzel şeyi kadınlar yaratıyor. İlk çocuğum dünyaya geldiğinde, ‘Ben böyle bir şeyi yaratamadım’ dedim. Hangi bina o çocuğu geçebilir ki? Mesela bizde Alev Ebüzziya bu anlamda başarılı sanatçılarımızdandır. Geçen yıl ölen Polonyalı bir kadın heykeltraş var; Magdalena Abakanowicz. 90 yaşında ve hâlâ âşık olunabilecek bir kadındı. Türk ve yabancı bir çok kadın bu durumu aşabiliyor” şeklinde ifade ediyor. “Ankara, fırsatı kaçırılmış bir kenttir” Ankara’nın sadece coğrafi bir başkent olmadığını, aydınlanmanın başkenti olduğunu kaydeden Buluç, bu aydınlanmada bir çok insanın hizmeti olduğunu belirtiyor. Buluç şöyle ifade ediyor, “Ankara’dan Nurullah Ataçlar, Çallılar, Hasan Âli Yüceller geçti ama bu vasfını kaybetti. 1920’lerde modern mimariyi kuran dört baba mimar var ve bunlardan biri getirilseydi, Ankara’nın kaderi değişirdi. Onun yerine üçüncü sınıf Avusturyalı bir hoca getirildi, Clemens Holzmister; yaptığı faşizan yapılar ortada. Ankara, fırsatı kaçırılmış bir kenttir ve ben Ankara’yı bir kaç kez yeniden tasarladım. İncecik derelerin aktığı, İncesu’dan Bentderesi’ne kadar... Vadilerin tutulduğu, tüm yapıların Ankara taşıyla kaplandığı örnek bir şehir. Ankara yeni kurulan dört başkentten biridir; Avustralya’daki Canberra, Hindistan’daki Chandigarh, Brezilya’daki Brezilya ve Ankara. Ankara en kötü örnektir. Şimdi Türkiye’nin başkentini taşıyamazsın ama 50 km ötede yeni bir Ankara yapabilirsin. Doğru düzgün bir planlama ve ona sahip çıkarak elbette.” Buluç, gerçekleştirmek istediği bir hayâli olup olmadığını sorduğumda, “Bill Gates’i çok kıskanıyorum. Çok param olup, doğru yerde harcamak isterdim.. Uçak almak değilde, aç insanlara yardım etmek gibi... Nükleer silahlanmaya karşı çıkan ve adı belli olmayan adamlardan biri olmak isterdim ya da. Gücümü insanların yararına kullanmak. Bir de mimarlık yalancılar yarışması gibidir. Herkes oturur ve en güzelini kendisinin yapacağını söyler ama içlerinden sadece birisi doğruyu söylüyordur çünkü bir arsaya bir mimar kalır. Ben şanslıyım, benim arsaya ikinci yapı inşa edildi. Herkes görsün kimin iyi mimar olduğunu...” Ragıp Buluç, sohbetimizin sonunda gençlere bir de tavsiye de bulunuyor, “Hepiniz bu ülkede kalın, onu siz kurtaracaksınız, başka yol yok. Yeniden, doğru parametreler kurulabilmesi için gençlere ihtiyaç var. Benim kuşak belli bir yaştan sonra sisteme çok kolay dâhil oldu. Bu ülke ya yok olacak ya da var olacak. Hititler hiçbir savaş kaybetmeden tarih sahnesinden yok oldular. Türkiye de buna benzemesin. Türkiye’nin genç fikirlere ve inatçılara ihtiyacı var.”
Editör: TE Bilisim