Kahramanlar tarihin kalemidir. Tarihi onlar yazar. Mürekkebi ise şairler, edipler, alimler ve ozanlardır.. Kaleme yazma gücünü ve ilhamını onlar verir. Osman bey Osmanlı’nın kalemiydi; Şeyh Edebali de o kalemin mürekkebi… Mustafa Kemal istiklalimizin kalemi oldu. Akif de o bayrağı göndere çeken ruh… “Çanakkale” destanından “Kurtuluş” zaferini çıkaran o meçhul askerleri, o kefensiz şehitleri Akif’ten daha iyi kim anlatabilirdi?  Bu milletin bağımsızlık beratını kan ve can pahasına elimize veren o büyük kahramanlar olmasaydı,  istiklalimizin marşını bize hangi şair, hangi ilhamdan esinlenerek yazacaktı? Milletlerin tarihleri gibi kültürleri de kalemle mürekkebin izdivacından doğar. Tarihleri yazanlarla, kültürleri yapanlara sonsuz minnet borcumuz vardır. O’nlar, yüce Allah’ın yarattığı üstün nitelikli varlıklardır. Daima gıpta ile bakılan, isimleri ölümlerinden sonra da anılan müstesna şahsiyetlerdir. Cesaret, başarı, kabiliyet, duygu, estetik, sevgi, barış gibi değerler ancak onların isimleri ve eserleri ile  yan yana getirildiğinde anlam kazanırlar. Bü ülkenin destanlarını yazanlara da, türkülerini yakanlara da selam olsun. Şiiri ve şairi olmayan bir milletin kimliği de olmaz. Şairler ve ozanlar toplumun aynasıdır. O aynada kendimizi görürüz. Hatalarımızı ve erdemlerimizi gösteren o aynalara bakmaktan korkmamalıyız. Onlar bizim boy aynamızdır. En mutena köşemizde yerlerini almalı, bize zaman zaman ne olduğumuzu, ne yaptığımızı  hatırlatmalıdır. Hatasıyla, sevabıyla… Aşık Reyhani, o aynalardan birisiydi. Kırıklığın, burukluğun, yılgınlığın, efkarlı bir iç çekişin buğulandırdığı bu ayna; Sazıyla, sözüyle, efkarıyla göçüp gitti aramızdan. Gurbetin bağrına düşerek… ”Mezarımı soran olmaz Erzurum’da” diyerek… Haklı bir sitemin ateşini hepimizin yüreğine koyarak... Ailesinin ifadesinden anlıyoruz ki, içinde yaşadığı toplum ona ilaç parasını bile temin edememiş. Bir yığın borç bırakarak hayata veda etmiş. Şu işe bakın! Okyanusun ötesinde bir üniversite, Michigan üniversitesi bu ozanı keşfediyor, ona öğreticilik teklif ediyor da, bizim üniversitemiz gözünün önünde ışıldayan bu cevheri görmüyor! Yoksulluktan, sefaletten inim inim inliyor da, yüzbinlerce insanın yaşadığı bu şehir onun ıstırabını anlamıyor. Ta ki “Gidirem” şiirini yazıp, hepimizi (utandırması demeye dilim varmıyor) düşündürmesi gereken bir ibret levhasını Palandöken’in kırlaşmış göğsüne bırakıp gidinceye kadar. Nihayet, başını sokabileceği bir ev alınıp veriliyor ama, gönül kırgın, ruh kırgın; kopup gidiyor çok sevdiği bu şehirden. Şu medyanın haline bakın! Pespaye hayatların çetelesini tutan, kimin elinin kimin neresinde olduğunu her Allah’ın günü milyonların gözüne sokan bu medya, nemalandığı toplumun “edep” ve “değer” üreten yanına sırtını dönmüş oturuyor! Haber bültenlerinde bu ozanımızın ölümüyle ilgili ne bir haber, ne bir görüntü! Kendi değerlerini öğüten bir toplum geleceğini nasıl inşa edebilir? Uygarlığa ne bırakabilir ve ondan nasıl pay alabilir? Ve bir toplum bu duruşuyla kendi çocuklarını nasıl motive edebilir, onlara nasıl güven verebilir? Bir ozanı “Ne ey ettin gardaş öldün kurtuldun” finaliyle ölüme götüren nedenler bizi değilse, kimi utandırmalı? O’na olan özür borcumuzu heykelini dikerek ödeyebilir miyiz, bilemem. Bir gün dile gelip “Hangi yüzle?” demesinden korksam da… Ben bunu istiyorum!