Mehmet Necati GÜNGÖR DYP’nin iki eski genel başkanını, Çiller ve Ağar’ı Cumhur ittifakının sahnesinde görünce şaşırmadım. Onlar çoktan AKP’ye yazılmışlardı. Son yazılan da DYP’nin üçüncü genel başkanı, “anasının oğlu” diye anılan Soylu olmuştu (Çiller’in sadık oğlu olarak biliniyordu), o da şu an AKP saflarında. Anlayacağınız, DYP talihsiz bir partiydi. Hüsamettin Cindoruk müstesna, rahmetli Demirel sonrasında gelen genel başkanlar DYP’ye hep zarar verdiler. Çiller ekonomi profesörü olarak geldi, ülkeye yaşattığı ekonomik krizlerden dolayı partiyi baraja gömdü. Sonra Ağar geldi, Merkez sağın DYP-ANAP birleşmesini sabote ederek  oylarını dibe  vurdurdu. Soylu da, dibine darı  ektikten sonra sonra iktidar limanına yanaştı. Demirel’e ve DYP’ye sadakat gösteren tek lider Hüsamettin Cindoruk’tu. Merkez sağın doğal lideri olarak halen o sadakat ve sorumluluk içinde, ülkenin sorunlarına kafa yoruyor, uyarılarda bulunuyor. Çiller olayından dolayı Demirel’i suçlayanlar olmuştur. “Bu hanımı partinin başına O getirdi” denilerek suçlamaların odağına oturtuldu. Oysa, durum tam tersiydi. Demirel, Çiller’i hiç sevmedi. Sadece “vitrine koymak üzere” partiye aldı ve bakanlık verdi. Demirel, Cumhurbaşkanı adayı olurken “arkama bakmam” dedi ve hiç kimseyi yerine önermedi. Aslında rahmetli İsmet Sezgin’in partinin başına geçmesini istiyordu. Yakın siyasi arkadaşlarına Sezgin’in desteklenmesini öneriyordu. Çiller’i ise “adımlarına dikkat et” diyerek uyarıyordu. Sonuçta “ağzı çorba kokanlar” diye hafife aldığı DYP delegeleri Sezgin ve Toptan’a karşı kendisini desteklediler ve genel başkanlığa bu “sarışın güzel kadın”ı getirdiler. Çiller, zaman zaman yaptığı gaflarla siyaseti de, ekonomiyi de iyi bilmediğini ortaya koyuyor ve hafife alınıyordu. Sadece terörle mücadeledeki başarı ile anılıyordu. Başbakanlığı sırasında askere tam yetki vermiş, asker de “takşak paşa” marifetiyle gereğini yerine getirmişti. O kadar da cesur olmadığını, Sincan’da tanklar yürürken göstermişti. O saatlerde Cumhurbaşkanı Demirel’i ziyarete gelmiş, dışarı çıktığında tankların yürüdüğünü haber alınca bütün protokol kurallarını yıkarak panikle içeri dalmıştı. Demirel, Başbakan Yardımcısı Çiller’i sakinleştirmek istedi, ayrıca bir bardak da su içirildi kendisine. Rengi uçuktu. Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan yardımcısını şu sözlerle sakinleştirmeye çalışmıştı: “Tanklar devletin tankı, tank yürüyecek bir olay yok. Halkına karşı tank yürütüp ne yapacak? Yürürse yürür, bir şey olmaz, sen işine git” dedi. Şunu da ilave etti Demirel: “Tanklar senin üstüne yürümez ki, yürürse devletin üzerine yürür. Devletin başında da ben varım. Ben kaygılanmadığıma göre senin kaygılanmana da lüzum yok.” Cumhur ittifakının sahnesinde hangi beklentilerle yer aldıklarını bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki orada bulunmaları iktidara hiç bir katkı sağlamadığı gibi, zararına da olmuştur  belki. Ülkem yorgun, ben yorgun Yüksel Uzel’in şarkısıydı: “Yıllar yorgun, ben yorgun; boşa geçti seneler.” Vatandaş olarak dönüp kendime baktığımda şöyle bir gerçekle sarsılıyorum: “Ülkem yorgun, ben yorgun.” Gerçekten, ülkemiz, özellikle son on-onbeş yılda iyiden iyiye yoruldu. Enerjisini tüketti, kaynaklarını kuruttu, büyük sıkıntılar içine düştü. İktidar sözüleri “beka, beka” diyerek belki kendi yontularını dillendiriyorlar ama, bu kaygı daha çok ülkenin bu gününü ve yarınlarını kapsıyor. Ülkemizin bugünkü başat sorunu ekonomi ve hukuk. İçine düştüğümüz türbülansın nedenleridir bunlar. Bütün yetki ve kararları tekil iradeye teslim ettikten sonra bir Anayasa sorunu ile karşı karşıya  olduğumuzu bilim adamları ifade ediyorlar. Önümüzdeki seçimde alınacak sonuçlar ya bu gidişin devamına yol verecek, ya da iktidarı gidilen yolun yanlışlığı konusunda uyarıp, yeni ve belki doğru arayışlara sevk edecek. Belirlenen çıta yüzde 50’nin altıdır. AKP-MHP ittifakı bu oranın altına düştüğü taktirde bu gidiş ister istemez sorgulanacaktır. Anketler ve sokağın dili gösteriyor ki, Cumhur ittifakının oy oranı yüzde 40’lara, belki de bunun altına düşecek. Bu durum Anayasa tartışmasını gündeme taşıyabilir. Ülkenin bu Anayasa ile yol alamayacağı yolundaki görüşler yoğunluk kazanabilir, halk bu konuda ikna edilebilir. Ülke gerçekten yoruldu. Doğru kararlar alınamıyor. İş ehline verilmediği için yanlış üstüne yanlışlar yapılıyor. Meselâ; çok iyi yetişmiş diplomatlarımız var. Dışişlerimiz onların becerisine bırakılsa, sıfır maliyetle fevkalâde iyi sonuçlar alınabilir. Avrupa Birliği hayalimiz yeşertilebilir. Suriye ile olan çıkmazımız yoluna sokulabilir. Müttefik bildiğimiz ABD karşısında daha dik duruşlar sergilenebilir, daha lehte sonuçlar alınabilir. Yeniden demokratik rejime dönülse, hukukun bağımsızlığı sağlansa neler olmaz! Ülkede iç barış sağlanır. Yatırımcı yarınından emin olacağı için yatırım yapar, yabancı yatırımlar gelir, üretim artar, dolar düşer, ekonomi dengeye oturur. Hayat pahalılığı, işsizlik gibi kronik sorunlar çözüm yoluna girer. Son yıllara kadar kendi kendine yeten 7 ülkeden biriydik. Şimdi soğanı, patatesi bile dışarıdan alan bir ülke konumuna düştük. Bakınız; Türkiye’nin karasal büyüklüğünün yüzde 31’i tarım alanı. Ve biz, yüksek maliyetler yüzünden bu tarım alanlarına yıllardan beri bir avuç  tohum atamıyoruz. Bunun sonucu tarımda üretim sıfırlanıyor, tahıl ürünlerinin, sebze ve meyvelerin fiyatları pik yapıyor. Mutfak yanıyor! Tarımda girdileri düşürerek üretimi artırsak, dışarıya milyarlarca dolarlık döviz ödemez, yabancı paraları Türk parası karşısında baskın konuma getirmemiş oluruz. Konuşulacak çok şey var. İktidar boş tarlalara tohum ekmezken, muhalefet taşa tohum ekmekle meşgul. Yaptığı tek iyi muhalefet Adalet yürüyüşü idi, orada kaldı. Türkiye, aynı zamanda etkili bir muhalefete de muhtaç. Ülkeyi daha fazla yormanın alemi yok. Herkes, kendine baksın, kendine çeki düzen versin!