Türkiye geçen hafta adeta iki mevsimi aynı anda yaşadı. Ankara Yönetimi, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın 13’ncü zirve toplantısı sırasında, "kendisini daha ait olduğunu hissettiği" ülkelerin liderleriyle bir araya gelirken, aynı anda ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri tarafından tam bir eleştiri bombardımanına tutuldu.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken, geçen haftanın en belirgin kazananı ise Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Mısır Cumhurbaşkanı General Sisi’nin açık desteklerini arkasına alan Suudi Arabistan Kralı Selman oldu.

Geçen haftaki yazımızda belirtmiştik; Türkiye’den önce resmi bir ziyaret için Kahire’ye giden Suudi Arabistan Kralının cebinde Mısır’a verilmek üzere 22 milyar dolar bulunduğunu.

Bu ziyaret sırasında Sisi, İslam İşbirliği Teşkilatının dönem başkanlığı sıfatını taşıyordu ve 13’ncü dönem başkanlığını Recep Tayyip Erdoğan’a devredeceği Türkiye Zirvesine de katılmayacağı aşikardı.

Kral’ın zirve öncesi Sisi’yi ziyaret ederek, onu rahatlatacak milyar dolarlık fonları emrine vererek bir jest yapacağı dile getiriliyordu.

Ziyaretin son günü; Suudi Arabistan’ı Mısır’a bağlayacak Akabe Körfezi üzerinde kurulması planlanan köprünün ayaklarının konulacağı Mısır yönetimindeki Sanafir ve Tiran adalarının mülkiyetinin Suudi Arabistan’a bırakılacağının açıklanması Mısır’ı karıştırıverdi.

Çok sayıda Mısırlının sosyal medya üzerinden "Suudi Riyaline ülkeyi satıyoruz", "Mısır satılık değildir" şeklindeki tepkilerine sözde yasaklı Müslüman Kardeşler Teşkilatı da katıldı.

Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her vesile ile; elini Mısırlı Müslüman Kardeşlerin direniş sembolü olan "Rabia" işareti şekline getirerek desteğini açıkladığı Mısırlı İhvan hareketinin eski sözcüsü Muhammed Muntasır da adaların Suudilere verilmesini şiddetle eleştirdi.

ANKARADA DEVLET NİŞANI

Kral Selman Ankara’da çok özel şekilde ağırlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan Kralı hava alanında uçağın önünde karşıladı. Kendisine Türkiye Cumhurbaşkanı tarafından "tahta çıktığından beri iki ülke arasındaki dostane ilişkilerin geliştirilmesine olan katkılarından" dolayı devlet nişanı verildi.

Ve bu ziyareti Cumhurbaşkanı Erdoğan "tarihi" olarak nitelendirdi. Aslına bakarsanız, neden bu ziyaret "tarihi" sayıldı ve niçin çok kısa önce tahta çıkan krala laik Türkiye’nin devlet nişanı verildi, bunlar pek anlaşılamadı.

Zirveye dönersek, önce şunun altını çizmemiz gerekiyor. Bu toplantı, dönem başkanlığını Türkiye üstlendiği için iki yıl Recep Tayyip Erdoğan’a dünyadaki gelişmelere ilişkin olarak "İslam Dünyası" adına söz söyleme olanağı tanıyor.

Beştepe başdanışmanları; "Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan İslam dünyasının lideri olarak" başlayan cümlelerle bu konumu değerlendirme yolunu seçeceklerdir kuşkusuz.

Dönem başkanlığı, iç politikada "İslam Dünyasının lideri" şeklinde tanımlamalarla kullanılarak, Başkanlık Rejiminin önünün açılması için malzeme olarak kullanılırsa şaşırmamak gerekir.

Zirvede yaptığı açış konuşmasında Erdoğan haklı olarak Batı dünyasının kendi ülkelerindeki terör olaylarına çok sert tepki verip, dayanışma içine girerken, Ankara, İstanbul ve Pakistan’ın Lahor kentindeki terör hareketlerine yeterince ses çıkartmamalarını eleştirdi.

Konuşmasında ayrıca "Akdeniz’de, Ege’de botlarla Avrupa’ya gitmeye çalışanların neredeyse tamamının Müslüman olması bizim için utanç kaynağı" sözleriyle bir gerçeğin altını da çizdi.

Ama gerçeğin diğer yanını da görmezlikten geldi: Neden bu insanlar Müslüman olmalarına rağmen Hıristiyan ülkelerinde yaşayabilmek için ölümü göze alıyorlar?

Zengin Arap ülkeleri bu insanlara neden kapılarını kapıyorlar? Bu konuya ne Erdoğan konuşmasında değindi ne de sonuç bildirgesinde mültecilerin kabulüne dair bir iyi niyet dileği yer aldı.

HEM ABD’DEN HEM DE AB’DEN

SERT ELEŞTİRİLER

Zirveden sonra yayınlanan bildirgede, Suudi Kralı Selman’a, Erdoğan’ın takdim ettiği Devlet Nişanı’ndan da daha değerli bir armağan verildiği ortaya çıktı. Ortadoğu’da hemen her devletin, "velayet örgütleri" aracılığıyla birbirlerine müdahale ettiği günümüzde, "ülkelerin birbirlerinin içişlerine müdahale etmemeleri ilkesi çerçevesinde" isim verilerek İran sert biçimde eleştirildi.

İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin de katıldığı bir zirveden böyle bir açıklama çıkması pek rastlanır bir diplomatik olay değildi. Bu gibi toplantılarda, ev sahibi ülkelerin bildirilerin hazırlanmasında etkileri bilinir.

Anlaşılıyor ki; Ankara Yönetimi bildirgeye bu ibareyi koydurtarak, bir anlamda Amerika’ya da Suudi Arabistan ile birlikte tavır almış oldu. Malum, ABD’nin son günlerde Türkiye ve yakın zamana kadar vazgeçilmez kabul edilen müttefiki S.Arabistan yerine İran’la sıcak ilişkiler geliştirmesi Ankara ile Riyad’ı son derece rahatsız etmekteydi.

Belki de Mısır Dışişleri Bakanı, böyle bir deklarasyondan daha önce haberdar olduğu için, sanki Türkiye’yi protesto etme havası yaratıp, aslında sonuç bildirgesindeki bu gelişmeden haberi yokmuş izlenimi vererek toplantının başında hemen ülkesine dönmüş olabilir.

Zira Mısır şu sıralar Amerika ile ilişkilerinde bir sorun yaşamak istemiyor.

Gelin tesadüflere (!) bakın ki İslam Zirvesinin İstanbul’da toplandığı gün hem ABD’den hem de AB’den Türkiye’yi zehir zemberek eleştiren açıklamalar geldi.

ABD Yönetiminin, geleneksel insan hakları raporunda Türkiye’ye 74 sayfa ayrıldı. ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından duyurulan raporda; 2015 yılında Türkiye’de en belirgin insan hakları sorunları olarak "hükümetin ifade özgürlüğüne müdahalesi", "suça karıştığı iddia edilen devlet yetkililerinin dokunulmazlığı ve zayıf adalet yönetimi", "sivillerin güvenliğinin sağlanmasındaki yetersizlik" yer aldı.

Dışişleri Bakanlığı’nın Demokrasi ve İnsan Haklarından Sorumlu Bakan Yardımcısı Tom Malinowski gazetecilerin sorularını yanıtlarken "Türk demokrasisinin kalitesinin bizim ve Türkiye’nin geleceği için önemli olduğunu açıkça söyledik" şeklinde konuştu.

Zirveyle aynı gün Avrupa Parlamentosu, Türkiye hakkında hazırlanmış olan raporu oylayarak kabul etti. Bu rapor, son yıllarda, Türkiye’ye yönelik en ağır ifadelerin yer aldığı bir metin olarak kabul edilmiş oldu.

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun "Yürütmenin başı" olarak katıldığı AB liderleri-Türkiye Zirvelerinden mülteciler sorunu nedeniyle bir "iyileşme dönemine" girildiği konuşulmaya başlanmıştı. Ancak ayı günlerde, Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlarının AB liderleriyle ilgili hakarete varan sözleri Brüksel’de tepkiyle karşılanmıştı.

AB Bakanı Volkan Vural, Avrupa Parlamentosu raporunun Türkiye tarafından "yok hükmünde" görüldüğünü ve raporun AB’ye iade edileceğini açıklarken özellikle raporda 1915 Ermeni Tehciri ile ilgili bölümün Ankara’nın kırmızı çizgisi olduğunu dile getirdi.

Eski bir diplomat olan Volkan Vural, raporun diğer bölümlerini eleştirirken daha yumuşak ifadeler kullanarak bunların "tartışılabilir" olduğunu sözlerine ekledi.

Yukarda çizmeye çalıştığımız resimler belki de Türkiye’nin gerçekten tarihi bir kavşağa yaklaştığını gösteriyor. Türkiye’nin bugünkü yöneteni, NATO, Avrupa Konseyi, AB Katma Protokolu, AB Gümrük Birliği gibi örgüt ve anlaşmalarla bağlı olduğu Batı dünyasındaki demokrasi ölçütlerinden hoşlanmıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İslam İşbirliği Teşkilatı gibi üyelerinin hemen tamamı mutlak otoriteyle yönetilen ülkelerle birlikte olmaktan yana bir görüntü veriyor.

ABD ve Avrupa Parlamentosu açıklamalarının hemen ertesi gün yayınlanan İslam Zirvesi sonuç bildirgesinde ne insan hakları, ne ifade ve basın özgürlükleri ne de hukukun üstünlüğü gibi çağdaş demokrasilerin temel ilkelerinden tek satır yer almıyor.

Görüldüğü kadarıyla AB içinde gittikçe yoğunlaşan Türkiye aleyhtarı bir grup Türkiye’yi uzak tutmak için Ankara Yönetimi hakkında sert bir tutuma girerken Beştepe Yönetimi de bu yaklaşımı kullanarak toplumda AB aleyhtarlığını körükleyen kamuoyu yaratma peşinde ilerliyor.

Böylelikle de Batı’dan kopma planlarını AB’nin ve Amerika’nın "Türkiye aleyhtarlığı" üzerinden kurmaya çalışıyor.

Otoriter bir yönetimi sağlayacak yeni bir anayasayı da "batı karşıtlığı" üzerinden gerçekleştireceği hesapları yapılıyor.

Kör topal da olsa, Batı benzeri bir demokrasinin tadına varmış bir toplumun, devletin tüm olanaklarının kullanılmasına rağmen Suudi Arabistan veya Katar benzeri bir devlet yönetimine geçit vereceğini sanmıyoruz.