Doç. Dr. Peyman Eren, yaşamı boyunca kadınların eğitimi için mücadele etmiş, Anadolu’nun bir çok yerinde olgunlaşma enstitülerinin açılmasına ön ayak olmuş, yurt içinde ve yurt dışında pek çok başarıya imza atmış bir öğretmen… Annesinin, karşı çıkmasına rağmen, henüz limanı bile olmayan Trabzon’a giden ve orada çaktığı eğitim ateşiyle hayatı boyunca yılmadan emek veren Eren, başarısını “Önce insan olmak” diyerek özetliyor. Eren, sadece çocukların değil, annelerin ve babaların da eğitilmesi gerektiğinin altını çiziyor. “Eğitime Adanmış Bir Hayat” isimli kitap yazarak, samimi bir dille anlattığı yaşam hikâyesi ise hem Eren’in mücadele dolu hayatına hem de Türkiye’de eğitimin önemli bir tarihsel dönemine ışık tutuyor. O yıllardaki Türkiye’yi, meslek yaşamını ve anılarını 24 Saat gazetesiyle paylaşan Eren’le röportajımızın birinci kısmı…
SULTAN YAVUZ/ANKARA Yaşamını kadınların eğitimi için mücadeleye adayan ve bu yolda büyük başarılara imza atan Doç. Dr. Peyman Eren ile röportajımız için tarih kararlaştırmak için telefonla konuşuyoruz. Sesinin tınısı ve zarafeti, aramızda hemen bir samimiyet kurulmasına vesile oluyor ve röportaj günü geldiğinde, “Pandemide toplu taşıma aracına binmeyin lütfen, oğlumla sizi alacağız ve daha sonra evinize bırakacağız” diyerek kibar bir teklifte bulunuyor. Farabi’den, Çayyolu’na kadar gittiğimiz yol boyunca, Eren’in pandemide bir kitap yazdığını öğreniyorum ve anlattıklarından “Büyük bir cevher beni bekliyor” diye düşünüyorum. Eve vardığımızda, başarı plaketleri ve belgeleriyle dolu duvar dikkatimi çekiyor. Fransa’dan, Amerika’dan, Hollanda’dan, Tükiye’den… Oğlu Sinan Bey çaylarımızı hazrılarken, biz koyu bir sohbete dalıyoruz. Bir Çerkes kızı olduğunu öğrenmem ise samimiyetimizi de daha da artırıyor… 1937 yılının 25 Mayıs’ın da hayata gözlerini açan bu Çerkes kızı, doğum gününü çok önemsiyor ve “25 Mayıs, Ulu Önder Atatürk’ümüzün Havza’ya gelişinin bayramı olan bir güzel günde dünyaya gelmişim. Cesaretimi, hayatı sevmeyi, çalışma azmimi atama borçluyum” diyor. Muhasebe memuru olan babası ve annesinin ortak kararıyla, çocuklarının daha iyi bir eğitim alabilmeleri için Ankara’ya taşınan aile, 1944 yılında Bahçelievler’e yerleşiyor. Babası Toprak Mahsulleri Ofisi’nde muhasebe müdür yardımcılığına kadar yükselirken, annesi ise çalışkan ve yaratıcı bir kadın olarak, Eren’i etkileyecektir. Annesinin çok iyi ata bindiğini, yüzdüğünü, cümbüş ve Çerkes mızıkası çaldığını belirten Eren, daha sonra dikiş dikmeye başlayan annesinin, biçki dikiş yurdu açarak binlerce kadını mezun ettiğini sözlerine ekliyor. İkisi, babasının ilk eşinden olan altı kardeş çok iyi anlaşacak ve hepsi yüksek tahsil yapacaktır. Mutlu bir çocukluk geçirdiğini ifade eden Eren, ilkokulu burada okuyacaktır. O yıllarda İkinci Dünya Savaşı Türkiye’yi de etkileyecektir ve karartma geceleri ile karneyle ekmek dağıtımı hafızalara kazınacaktır. Geceleri, bomba atılabilir tedbiriyle siyah bir battaniye ile kapatılan pencereler, evin küçük erkek kardeşinin merakı nedeniyle bir kaç kez açılacak ve bu nedenle aile, bekçiler tarafından uyarılacaktır. Bunu gülümseyerek anlatan Eren, acı bir anısını paylaşıyor: “Ekmek karneye bağlanmıştı ve benden dört yaş büyük olan abimde duruyordu, fakat nasıl olduysa kaybetmiş. Ekmek de yok, annem yalvar yakar fırından bir kaç ekmek aldı fakat biz evde sekiz kişiyiz, bir de amcam var. O ekmekler kesildi, hepimizin önüne konuldu ve altı kardeş ellerimizi önümüzde duran ekmeklerin üstüne koymuştuk. Annemle babam birbirlerine baktılar ve önce annem kendi önündeki ekmeği koparıp koparıp bize dağıttı, sonra da babam… Çocukluğumun en acı hatırasıdır…” “Aşağı inin de madam karnınızı doyursun” İlkokuldan sonra Denizciler Caddesi’ne taşınınca, Eren’in annesi terziliğe başlar; Eren de Atatürk Kız Lisesi’nin orta kısmını ve sonra da sınavla girdiği liseyi yatılı olarak okur. Hayat doluluğu dışarı taşan Eren, öğrencilik yıllarında çok sevilecektir. Öğretmenlerinin, okul müdürünün taklitini yapan ve herkesi güldüren Eren, “Beni severlerdi ama ben de insanları severdim. Karşılıksız sevebiliyorum ve o sevgi size geri dönüyor, bunun farkındayım” diyor. Eren, o yılların Türkiye’sinin bir resmini çizerek, bugün neleri yitirdiğimizi şu sözlerle anlatıyor: “Biz insanlığı kaybettik, hatır gönülü, saygıyı, sevgiyi, paylaşımı kaybettik… Bir acı kahvenin 40 yıl hatırı vardır anlayışından bugünlere geldik. Komşuluklar öyle güzeldi ki… Bahçelievler’de otururken annem sürekli dikiş diktiği için, bazen okuldan geldiğimizde alt katımızda oturan Ermeni komşumuzun kapısını çalardık. “Anne acıktık” deyince, “Madama gidin de karnınızı doyursun” derdi, giderdik, “Hadi oturun bakalım” diye yemek yedirirdi. Annem de altında kalmaz, yaptığı Çerkes yemeklerini ona gönderirdi. Annem arife günleri hepimize bayramlık dikerdi. Bayram sabahları çok heyecanlanırdık, çocuklara mutlaka mendil hazırlanır, içine para ve şeker konurdu. O günler çok gerilerde kaldı… Resmi bayramlara da çok önem verirdik. 23 Nisan’larda, 19 Mayıs’larda annem bana patiskadan tuvalet dikerdi ve istasyonun yanındaki Gar Gazinosu’nda çocuklar ve gençler için düzenlenen balolara giderdik kardeşlerimle. Ben annemin görevlendirdiği üç erkek kardeşimle de birer saat dans ederdim. Sonra 19 Mayıs’larda kısacık şortlarla gösteri yapardık. Annem medeniydi; babam da ona uyardı. Tüm bunlardan sonra, ateş yanmış, etrafı ısıtmaktan uzak ve küllerinin içinde bayram arıyoruz biz. Her şey derli topluydu, herkes birbirine yardım ederdi ve polis kimseyi istismar etmezdi. Şimdi ahlâk da yok, herkes birbirini kandırıyor. Ama ümidimi yitirmiyorum, iyi düşüncelerimi kaybetmek istemiyorum, ümitsiz yaşanmaz. Ben her şeye rağmen yaşamı çok seviyorum ve güzel günleri göreceğimizi, Atatürk’ün yolunda yürümenin şart olduğunu anlatmaya devam edeceğim...” Meslek hayatı başlıyor Denizciler Caddesi’nde, Eren’in annesi artık biçki nakış yurdu açmış ve sertifika veren bu kurum binlerce kadına iş imkânı sağlamıştır. Kızının da bu yurtta devam etmesini arzularken, Eren’in aklında mesleği vardır. Kurada görev yeri Burdur çıkınca, annesi “Gidemezsin” diyerek karşı çıkar. Eren bu sırada nişanlanmıştır da… Annesindn, “En azından deniz kenarı olsa neyse” cümlesini duyan Eren, görev yeri Trabzon’a çıkan ancak uzaklığı nedeniyle ailesinin göndermek istemediği arkadaşı Fatma ile illeri değiştirir ve annesine “Anne sen deniz kenarı demiştin, işte Trabzon” der. Çalışmayı kafasına koyan Eren, maceralı başlayan ilk işini şöyle anlatıyor: “Abim de istemiyordu gitmemi ve annem, “Hayır gidemezsin” deyince, sırdaşım olan ablamla plan yaptık. Annem dışarı çıkınca, hemen Trabzon’daki okulu aradım, annem gelirse diye de ablam nöbet tutuyor. Müdüre hanımla görüşmek istediğimi söyleyince, kendisinin Ankara’da bulunduğunu ve evlenmek üzere olduğunu öğrendim. Şans bu ya, meğer nişanlısı da bizim bir apartman ötemizdeymiş! Hemen gittim, nişanlısının annesi kapıya çıktı, durumu izah ettim ve ‘Annem bir sertlik yaparsa kusura bakmayın, müdüre hanım bize gelsin’ dedim. Akşam kapı çalınca, annem, “Bu saatte kim olabilir?” deyince, ben yüreğim ağzımda durumu anlattım. Annem, müdüre hanıma fazla bir şey demedi, ‘Babasıyla paylaşmam lazım’ dedi. Bu arada müdüre hanım da beni bırakmıyor, benimsedi. Akşam, durumum tartışılıyor, annem bir yandan, abim bir yandan konuşuyor. Babam da çok sakin bir adamdır, birden bire ‘Yeter! Ben neciyim bu evde, bu kızın babasıyım, gidecek!’ dedi. ‘Benim kızım her yerden girdiği gibi çıkar, ikiniz götüreceksiniz” diyince, tartışma kapandı. Sevinçle babamın boynuna sarıldım. O tarihte üç kişi, uçak zor tabii… Otobüs bileti aldık ve Samsun’a kadar gittik, oradan da deniz yoluyla Trabzon’a gideceğiz. Fakat 1960 yılı ve Samsun Limanı henüz yapılmamış. O yüzden gemi denizin ortasında duruyor ve kayıkla sahile varıyorsunuz. Sonunda indik, Trabzonlular bizi çok güzel karşıladılar. Bizimkiler de bir kaç gün kalıp döndüler ama yaşlı gözlerle arkalarından bakarken, onlarla mı gitsem yoksa kalsam mı ikilemi yaşadım. Ama “Hayır, Peyman sen burada kalacak ve kişiliğini bulacaksın” dedim. İlk kez ailemden ayrılmak zordu ama o iki yıl boyunca Trabzonlular beni bağırlarına bastılar. Okul müdürü “Altı kızım var, yedincisi sensin” derdi, okulda bize bir oda verdiler, tarihi kocaman bir binadayız. Atölyem de çok güzeldi, öğrencilerim de beni çok sevdi. Hatta 50 yıl sonra birbirimizi bulduk, hâlâ görüşüyoruz. Trabzon o zamanlar çok medeni bir şehir ve ben ne zaman alışverişe gitsem, önünden geçtiğim her esnaf yeleğini, ceketini ilikleyip ayağa kalkıyor. Ben de onları yormamak için farklı yollardan giderdim. Annemin sözü de kulağımda, ‘Yükseldikçe mütevazı olmayı bileceksin.’ Babam da hep, ‘Sana taş atana, sen ekmek uzatacaksın’ derdi, bu iki söz benim için belirleyici oldu daima...” Köy Kadınları Gezici Kursları’yla Anadolu’da kadın eğitimi Eren, 1962 yılında evlenecektir ve Samsun Kız Teknik Olgunlaşma Enstitüsü’ne atanacaktır. 1963 yılında ise oğlu Sinan dünyaya gelecektir ve Eren, Ankara’ya tayin olarak, o zamanki adıyla Kadın Meslek Öğretmen Okulu’na atanacaktır. Eren, Köy Kadınları Gezici Kursları’ndan bahsederek, söz konusu yapının önemine işaret ediyor: “Gezici Kurs Öğretmenliği o zamanlar çok önemli bir meslekti Türkiye’de. Kız Meslek Lisesi’ni bitiren öğrencilerimizin yöneldiği Köy Kadınları Gezici Kursları diye bir bölümümüz vardı, buradaki amaç köylere hizmet götürmekti. Kız Meslek Lisesi’nde mezuniyetten sonra okulda bir öğretmenler kurulu toplanırdı ve öğretmenlik vasfı olan mezun öğrencileri seçip Bakanlığa bildirirdi. Bakanlık da söz konusu kursları açarak onları görevlendirirdi. Türkçe konuşulmayan, Arapça ya da Kürtçe olan yerlerde o dilleri öğrenmeye çalışarak eğitim verirlerdi, onlara da Türkçe öğretirlerdi. Çocuk bakımı, sağlık bilgisi öğretir hatta doğum bile yaptırırlardı. Kazma kürekle tuvalet yaptıkları köyler de, erkeklere okuma yazma öğrettikleri de olurdu ve yedi yıl görev yaparlardı. Bu okulu kapattılar ne yazık ki… Oysa terörü bitirebilecek bir yapıydı. Ben işte bu öğretmen hanımlarla görevim sırasında tanıştım ve o kadar şanslıyım ki, mesela İstanbul’da bir okulda da öğretmenlik yapabilirdim ama burayı tercih ettim ve Köy Kadınları Gezici Kursları çok önemliydi. Ben o zaman üç yıllık öğretmenim ve bu hanımlara nasıl hitap edeceğimi bilmiyorum, anneme sordum. Annem, “Hoca hanımlar diyeceksin, onları onure edeceksin” dedi ve heyecanla sınıfa girip, “Sevgili Hoca Hanımlar hoş geldiniz” dedim. Beni kabullendiler, birbirimizi sevdik. Yıllar içinde daha genç olanlar geldi ve köylere hizmet götürüldü ve YÖK açıldı...” “Yeni yetişmiş öğretmenlerin bu okullardan haberi yok” Üç darbe atlattığını kaydeden Eren, görev yaptığı Kadın Meslek Okulu’nda “Anarşik hiç bir olayın yaşanmadığını” belirterek, YÖK’e bağlandıklarını ve Kız Sanat Eğitimi Yüksek Okulu adını aldıklarını söylüyor. Daha sonra Kız Teknik Yüksek Okulu Fakültesi olarak Gazi Üniversitesi rektörlüğüne bağlandıklarını ifade eden Eren, “Böylece kız meslek öğretmenleri bitti, eğer Köy Kadınları Gezici Kursları devam etseydi, köylerde de huzur olacaktı. Türkiye’nin eğitim konusundaki iç incelikler bilgisine sahibim, bunları bu kadar rahat konuşmamanın nedeni bu. Yeni yetişmiş öğretmenlerin bu okullarda haberi yok, halbu ki Türkiye’nin kökü kadın eğitiminde” diyor. Kız meslek liselerine okul müdürü olarak imam hatip mezunlarının getirilemesini de eleştiren Eren, “Orası sanat okulu, teori de var ama ağırlıklı olarak el sanatları… Ne yazık ki artık bir şey yapılmıyor. Ben İstanbul’da bir kaç okul açtım ve biri de Sabancı Olgunlaşma Enstitüsü’dür. Sadece Trabzon’dayken altı tane olgunlaşma okulu açtım ve seneler içinde kaç tane oldu saymadım. Böylesine koşarak yürüyen bir insandım ve düşününce ‘nasıl yapmışım’ diyorum. Demek her şey zamanında… Fakat daha işim bitmedi, kitaplarımı birilerinin evinde görmek istiyorum, eğitim para demek değil, manevi bir şeydir.”
Editör: TE Bilisim