Yusuf KANLI   Artık herkesin teslim etmesi gerekir. Kıbrıs’ta adanın Rum ve Türk toplumlarını federal çatı altında bir araya getirecek bir çözüm umudu öldü. “Zaten o ümit sağlıklı mıydı?” falan diye sormayın, 1977’de, 1979’da iki halkın liderleri üst düzey anlaşmalarda koymuşlardı o “İki toplumlu, iki kesimli federal çözüm” hedefini. Bu anlaşmalar dolayısıyla BM parametresi oldu. Ancak Rumlar “federal çözüm” altında bir şekilde üniter devleti devam ettirmek, Kıbrıs Türk tarafıysa federasyon derken aslında konfederasyon amaçlıyordu esasında. Ancak, 1977 sonrası tüm görüşme turlarında o ne olduğu tam anlaşılamayan federasyonu kurma amaçlanmıştı. Federasyon nedir veya ne değildir tartışması geldiğimiz noktada her ne kadar gereksiz gibi görünse de, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de bir “işlevsel federasyon” olduğunu ve bu federasyonun ortaklarından birisi tarafından silah zoruyla işgal edildiğini, diğer ortağın dışlandığını hatırlar isek 50 yıldan fazladır süren Kıbrıs sorununun temel nedenini de anlamış oluruz. Eğer Kıbrıs adasının sadece kendilerine ait olduğunu, Kıbrıs Türklerinin de diğer küçük etnik ve dinsel topluluklar gibi adanın azınlıklarından birisi olduğunu, sadece özel bazı haklara layık olduğunu düşündüğü sürece Rum tarafı, ilkeleri 1977’de konan iki-kesimli, iki-toplumlu federasyonun oluşmasının imkanı yoktur, olmayacaktır. Doğrusu herkes gerçeği görüp itiraf etmelidir. Bilhassa o “Yes be annem” diye bağıran, “Cypruspeacenow” diye bir taraflarını yırtan güruh görmeli ve anlamalıdır. Crans Montana görüşmelerinde Kıbrıs’ta federasyon kurulması ümidi öldü be annem... Bitti. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, ölü canlanmaz, o kadar. Nikos Anastasiades ve Allah ondan razı olsun Yunanistan’ın esas görevi anlaşıldığı kadarıyla saçmalama ve problem yaratma olan Dışişleri Bakanı Nikos Koças sergiledikleri inkarcı ve uzlaşmaz siyasete rağmen bir şekilde Şubat ayındaki seçimler sonrasında Kıbrıs görüşmelerinin tekrar kaldığı yerden başlayacağını, ve durumu kendi avantajlarına kullanacaklarını hesap ediyorlardır şimdi. Nitekim ilk açıklamalarında başarısızlığın suçunu Türkiye’ye yükleyip, tıkanıklığın nasıl aşılacağına yönelik kendi fikirlerini sergilemediler mi? Ne dedi BM Genel Sekreteri Antonio Guterres? “Ne yazık ki bir çözüm mümkün olmamıştır” demedi mi? Başarısızlığın sebebinin sadece garantiler ve adadaki Türk askeri varlığının geleceği olmadığını çok önemli birçok başlıkta da önemli ve aşılması mümkün görülmeyen görüş ayrılıkları olduğunu vurgulamadı mı? Kısaca, ne dedi genel sekreter? Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun, BM iyi niyet misyonu parametreleri çerçevesi içinde yürütülen Kıbrıs görüşmelerinin başarısız olduğunu söylemedi mi genel sekreter de? Çavuşoğlu’nun ve daha sonra katıldığı NATO zirvesinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın medyaya demeçlerinde vurguladıkları gibi gelinen noktada Kıbrıs sorununa 1964 tarihli BM iyi niyet misyonu parametreleri çerçevesi içinde bir çözüm bulunmasının imkansızlığı sergilenmiştir. Defalarca on yıllardır iflas ettiği görülen görüşme sürecinde ve ona temel olan bu parametrelerde ısrar etmenin bir anlamı da kalmamıştır. Rum tarafı ve Yunanistan kendilerini adanın tek sahibi, Kıbrıs Türkünü ise 500 yıl önce adaya gelmiş ve geri dönmeyi unutmuş turist gurubu olarak görmede ısrar ettiği sürece ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın eşitlik temelli bir çözüm mümkün olmayacaktır. Kıbrıs Türk tarafının Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı gibi bir empati uzmanının liderliğinde katıldığı görüşmelerde bile “hep bana, sadece bana” anlayışıyla çözümsüzlüğü zorlayan Rum siyaseti esasında çözümü değil, bir sonraki sürecin başlangıç noktasını oluşturma amaçlı ve uzun vadeli bir strateji yürütmektedir. Crans Montana süreci çöktü ama geride kalan iki yıllık süreçte verilen tavizler dikkate alındığında eğer Niko efendi ve Koças hazretlerinin ümit ettiği gibi Ankara’nın kolu bükülür ve Kıbrıs Türk tarafı tekrar bir görüşme sürecine zorlanırsa Şubat sonrası dönemde, yandı gülüm keten helva. Sanki sadece güvenlik ve Türk askerinin varlığıyla ilgili farklılıklardan dolayı sürecin çöktüğünü öne süren Yunan ve Kıbrıs Rum propaganda makinesine bizim “yes be annem” veya “Cypruspeacenow” güruhu da destek veriyor. En son Rum kesimine geçtiğimde ben denedim. Göğsümde üzerinde Türk bayrağı olan Gazeteciler Cemiyeti rozetiyle Lefkoşa’nın Rum kesiminde dolaştım. Bana eşlik eden Rum arkadaşlar yaşanabileceklerin korkusuyla panikte idiler. Gün boyu küfürler yedim. Çoğu Rumca olan bu küfürlerin bir kısmını anladım, bir kısmını rica ettim Rum arkadaşlar utanarak tercüme ettiler. Ne yakası açılmamış küfürler, ne aşağılamalar yedim, burada yazamam. Bu Rum sevici arkadaşlar da bir gün şöyle beş-altı santimlik bir Türk bayrağıyla geçseler ya Rum tarafına ve görseler ya Rum halkının ne kadar çok kendilerini sevdiğini... Toplumunun Kıbrıs Türklerini ne kadar çok sevdiğini, ellerine geçirdiklerinde neler yapacağını EOKA teröristleri tarafından kurulan partinin liderliğini yapan, daha Crans Montana tozu ayağındayken bir EOKA anma törenine mesaj gönderen Niko efendi bilmiyor mu? Eğer biliyor ise, niye Akıncı’nın ve Cavuşoğlu’nun anlaşmanın birinci gününde önemli miktarda asker çekmeyi de içeren, tedrici olarak asker sayısını 1960 anlaşmalarındaki 650’ye çeken ve 15 yıl sonra garanti sisteminin geleceğini görüşmeyi kabul eden teklife hemen hayır dedi? Ve tabii, geliyoruz esas noktaya... Akıncı ve acemi heyetinin görüp anlayamadığı, Çavuşoğlu’nun da önceki dışişleri bakanları gibi “Nasılsa Rumlar reddedecek” diye uygun gördüğü cömertçe yaptıkları ödün teklifleri canımızı ilerde çok acıtacaktır. Kıbrıs görüşme sürecinin temelinde “Her şey kabul edilmeden, hiç bir şey kabul edilmez” ilkesi vardır. Bu ilke hep olagelmiştir ama, aslında hikaye. Masaya konan, hatta ağızdan çıkan her şey kayda geçmekte ve bir sonraki süreç o noktadan başlamaktadır. 29 Mart 1986’da ne olmuştu diye sorsam herhalde çok az kişi cevap verebilir. BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar, ABD ve İngiltere’nin ağır baskısı altında rahmetli Kurucu Başkanımız Rauf Denktaş 24 saat geçerli olacak bir öneride bulunmuştu. Denktaş’a denilen Rum tarafının anlaşmaya çok yakın olduğu, eğer toprak oranıyla ilgili bir rakam verirse 24 saat içerisinde çözümün mümkün olduğuydu. Başkan inanmıyordu bu duruma ama baskı o kadar fazlaydı ki sonuçta 24 saat geçerli olması şartıyla o meşhur “toprakta 29+’ya inebiliriz” sözünü kullandı. Sonuç? O zaman Rumlar yine bir bahane buldu görüşmelerden kaçtı, ama toprakta %29+ oranı başa bela kaldı. Şimdi, federasyon amaçlı süreç çöktü deniliyor. BM parametreleri altında çözüm umudu kalmadı deniyor. B planı C planı uygulanabilir deniyor. Palavra. Eğer sıkı durmaz isek, hemen yarın her ne ise o B planını uygulamaya başlamaz, mesela 5-10 dost ülke tarafından KKTC’nin tanınmasını sağlayamaz isek, yakın zamanda kapıda yine yeni bir girişim bizi bekliyor olacak. Daha kötüsü bizim acemi ekip empati içerisinde Rum tarafına hak vererek, teslimiyetçi bir yaklaşımla yeni açılımın önderliğini yapabilecektir. Bu sefer %29.2, şimdiye kadar verilen ilk toprak tavizi haritası, birinci günde önemli asker geri çekilmesi, program dahilinde geriye kalanın 650 rakamına düşürülmesi gibi verilen bütün tavizler sürecin alt tabanı olarak karşımıza çıkacak, ilave ödünler verme durumunda kalacağız. Yarın çok geç olmalıdır. Federasyon şart değildir. Yaşamak için Kıbrıs Türkü Rumlarla federasyon yapmak zorunda değildir. Konfederasyon, iki devlet ve en iyisi Avrupa Birliği içinde iki devlet gibi opsiyonlar vardır. Kıbrıs Türkü ne Ruma yama be Türkiye’ye vilayet olmak istemektedir. Türkiye’nin çıkarı da budur. Yarın geç olmadan yeni durum değerlendirmesi yapıp cesur adımlar atılmalıdır. Anlamalıyız artık, federasyon ümidi öldü be annem...