Hacı Bayram Veli Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden Öğretim Üyesi Dr. Tayfun Haykır’ın doktora çalışması olan “Türk Romanında Basın Hayatı 1872-1940” isimli kitap, Gazeteciler Cemiyeti tarafından basıldı. Çalışmada sadece gazetecilerin değil, dönemin kalem erbabının da giyim kuşamlarından aile ilişkilerine, sansürden hak arayışlarına, toplumsal konumlarından çalışma alanlarına kadar romanlara yansıyan pek çok bilgi yer alıyor. Haykır, söz konusu kitabını ve bir dönemin aydınının özelliklerini 24 Saat gazetesine anlatıyor. Röportajımızın birinci kısmı…
SULTAN YAVUZ/ANKARA Gazeteciler Cemiyeti tarafından basılan “Türk Romanında Basın Hayatı 1872-1940” isimli kitap, söz konusu dönemin romanlarına yansıyan basın dünyasını ve Türk entelektüel yaşamını gözler önüne seriyor. Hacı Bayram Veli Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden Öğretim Üyesi Dr. Tayfun Haykır’ın doktora çalışması olan kitap, çok yönlü oluşuyla sadece akademisyenler için değil; tarihe, edebiyata ve basın dünyasına ilgi duyan herkese hitap etmeyi başaran bir kaynak kitap niteliğine sahip. Kırşehir doğumlu olan ve eğitim hayatının bir kısmını burada tamamlayan Dr. Tayfun Haykır, Gazi Üniversitesi Kırşehir Fen Edebiyat Fakültesinden 2007 yılında mezun olduktan sonra, Niğde Üniversitesi’nde Yeni Türk Edebiyatı alanında yüksek lisansını tamamladı. 2017 yılında Ankara’da Gazi Üniversitesi’nde aynı alanda doktora öğrenimini bitiren Haykır, yaklaşık on yıl Gazi Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Şu anda Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Edebiyat Fakütesi’nde öğretim üyesi olarak akademisyenlik görevini sürdürüyor. Haykır, 24 Saat gazetesinin sorularını yanıtlıyor. - Sizi doktora tezinizde bu konuya yönlendiren ne oldu? Dr. Tayfun Haykır: Niğde Üniversitesi’nde tamamladığım yüksek lisans tezimde, bir yönüyle basın hayatına temas edecek bir çalışma yaptım. ‘Mütareke Dönemi’ olarak adlandırılan 1918-1920 yılları aralığındaki ‘Zaman’ isimli gazeteyi ele almıştım. 1918 yılının Mayıs ayı ile 1919 yılının Eylül’ü arasında kesintisiz olarak yayımlanan 480 sayılık bu gazete edebî malzeme konusunda çok zengindi ve edebiyat tarihi açısından önemli yazarların o gazetede kalem faaliyeti içinde oldukları görülüyordu. Bu isimler arasında Cenap Şahabettin’den tutun, Rıza Tevfik’e; Ömer Seyfettin’ten Yahya Kemal Beyatlı’ya, Refik Halit’ten Ahmet Rasim’e kadar burada sıralayamayacağımız kadar çok ve bir o kadar da meşhur yazar kadrosu kalem oynatmıştı. Hatta Reşat Nuri Güntekin’in de ilk defa süreli yayın sayfalarında gazetecilik mesleğine başladığı görülüyor. Bugün itibariyle önemli olarak nitelendirilen bazı romanların tefrikaları da orada yayımlanıyor. Mesela Refik Halit’in ‘İstanbul’un İç Yüzü’ eseri bunlardan biridir. O dönemin gazeteleri, edebî malzeme açısından çok zengin olduğundan, yüksek lisans tezim bunları araştırmaya yönelikti. -Evet, özellikle eski gazetelere bakıldığında, çok sayıda edebiyatçının gazetecilik mesleğinin bizatihi içinde olduklarını görüyoruz. Bu da dil zenginliğine ve uslüba yansımış hâliyle… Haykır: Tam da dediğiniz bu farkındalık aslında doktora tezimdeki çıkış noktasıydı. Hakikaten Türkiye’de 1960’lı yıllardan sonra mesleki anlamda yetişmiş gazeteciler ortaya çıkıyor, mesleki uzmanlaşma başlıyor, sınırlar daraltılıyor. Bundan öncesinden bahsedersek, bizde gazete özel bir teşebbüsle çıkmıyor, matbuatın geneli öyle… 1860 yılında İbrahim Şinasi’nin önderliğinde çıkan Tercüman-ı Ahval’den önce tamamen resmî daha sonra yarı resmî diye niteleyebileceğimiz devlet eliyle çıkarılan gazeler var, ancak Tercüman-ı Ahval ile sivilleşmenin ilk adımları atılıyor. Batı ile bu anlamda kendimizi kıyaslarsak, arada yaklaşık 220 yıllık bir zaman farkı var. Orada Sanayi İnkılabı ile seri üretime geçişle birlikte, ürettikleri malları pazarlamak için gazete doğuyor. Evet, bir yönüyle kamuyu bilgilendirme amacı var ama özellikle üretilen metanın yeni pazarlara duyurulması için ortaya çıkıyor. Biz böyle bir devrimden ve süreçten geçmediğimizden, toplumun gazete gereksinimi de olmamış hâliyle fakat Avrupa Aydınlanması’nın Türk aydını tarafından tanınmasıyla birlikte; halkı bilgilendirme, kamu vicdanı, aydın sorumluluğu gibi hislerle gazete türü ortaya çıkıyor bizde de. Biliyorsunuz, o dönemde siyasi anlamda monarşik idareyle yönetildiğimiz için, bakış açımız da tam anlamıyla bireysel değildi. 1839’daki Tanzimat Fermanı ile bunların farkına varmaya başlıyoruz, ilk somut adımları atıyoruz; Türk aydını Batı’daki gelişmeleri takip ediyor, seyahatler yahut yükseköğrenim için oralara gidiliyor, hürriyet fikri ortaya çıkıyor. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar süreç devem ettiriliyor ve II. Meşşrutiyet’in ilanıyla birlikte, daha sonra kurulacak olan Cumhuriyet’in aydın kesimi yetişiyor. -Çalışmanız neden 1872 ve 1940 yılları arasını kapsıyor. Hangi kırılmalar ya da dikkat çekici unsurlar sizi bu tarihlere yönlendirdi? Haykır: 1860 yılında ilk sivil gazete kuruluyor ama yeni zihniyet, sekülerleşme 1839 Tanzimat Fermanı ile birlikte günlük hayatımıza tebarüz eden birçok unsuru gündeme getiriyor. Dolayısıyla kültür hayatımızın birçok şubesinde de değişiklikler yaşanmaya başlıyor ve yeni bir insan modeli ortaya çıkıyor. Bir zihniyet değişimine giriyoruz yani… Daha önce ağırlıklı olarak dinî referanslarla yönlendirilen hayatın yerini, 1839’la birlikte daha seküler ve dünyevi bir zihniyet alıyor. Çalışmamızı 1839, 1860 değil de 1872 yılından başlatma sebebimiz ise Batılı anlamda ilk Türk romanı olan Şemsettin Sami’nin ‘Taaşşuk-ı Talat Fitnat’ı bu tarihte yayımlanıyor. Öncesinde de tahkiyeli kurgusal metinlerimiz var, eserlerimiz var ancak onları bugünkü bilgi birikimizle roman olarak değerlendirmek, bu türe dâhil etmek isabetli değil. Her akademik çalışmanın bir sınırı olması gerekir ve çalışmamızı 1940 yılıyla sonlandırma sebebimiz de, hem danışman hocam Prof. Dr. Nazım Hikmet Polat hem de merhum Prof. Dr. Şerif Aktaş hocalarımın yönlendirmesiyle, Türk ve dünya edebiyatında yeni bir dönemin başlamasını ölçü almaktı… -1940 yeni bir edebiyat dönemi derken nasıl bir değişimden bahsediyorsunuz? “Türk edebiyatında, Atatürk’ün vefatıyla birlikte yeni bir tema evreni oluşuyor” Haykır: 1940 yılından bahsedersek, Türk edebiyatında, Atatürk’ün vefatıyla birlikte yeni bir tema evreni oluşuyor, bu belirleyici oldu. Dünya edebiyatı açısından ise II. Dünya Savaşı’nın ilk sinyallerinin başlaması, dünyada edebiyatın farklı bir tema dünyasına evrilmesini sağladı. Türk romanı üzerine farklı temaların işlendiği pek çok akademik çalışma yapılmış, Türk Romanında Millî Mücadele, Türk Romanında Köy gibi… Yapılmaya da devam ediyor. Benim yüksek lisansımdan kaynaklı matbuat dünyasına ilgim vardı, hocalarım da öyleydi ve özellikle Tanzimat sonrası kültür ve edebiyat tarihimizin o dönemine dair en önemli malzemelerin süreli yayınlarda olduğunu biliyorduk. Keza danışman hocam da yoğunluklu olarak süreli yayınlar üzerine çalışmıştır. Matbuatın basına evrilmesi, basının medyaya, bugün ise medyanın sosyal medyaya dönüşümünde edebiyat, 2000’li yılların başına kadar bir zenginlik olarak gazete ve dergilerin en önemli rengiymiş. Günümüz de ise tamamen edebî içerikle çıkarılan süreli yayınlar hariçte tutulduğunda bu renkten söz etmek mümkün değil… Biz de, ‘Böylesi bir konuyu acaba Türk romancısı romanlarına nasıl taşıdı?’ diye sorduk. Bizden önce çalışmalar yapılmış ama çerçeve çok dar tutulmuş. Mesela sadece gazeteci tipi üzerinde durulmuş ve çalışma evreni geniş tutulsa da örneklem dar tutulmuş. Biz de söz konusu zaman aralığında yazılan, tercüme olmamasına dikkat ettiğimiz ve tefrika hâliyle kalmamasını göz önünde bulundurduğumuz tüm romanları çalışmaya dâhil ettik. -Sayıca çok fazla olmalı… Haykır: Yüzlerce… Belirleyici noktamız, popüler romandan uzak durmak, edebî romanla iştigal ettiği edebiyat tarihlerinde kaydedilmiş romancıları ve malzeme zenginliğinlini odağımızda tutmaktı. Roman çok yaygınlaşıyor ama edebî değerleri göz önüne almadan yazan da çok. Yüzlerce roman arasından, 34 romancıdan 90 romanı inceledik. İçlerinde adını hiç duymadığımız çok iyi yazarlar da var. -Birkaç isim vermeniz mümkün mü? Haykır: Mithat Efendi, Aka Gündüz, Celal Nuri, Fazlı Necip, Ercüment Ekrem, Reşat Enis, İzzet Melih, Mehmet Celal… O kadar çoklar ki.. Mesela Ahmet Mithat Efendi’nin ona yakın eserinde matbuat hayatı, malzeme olarak çok yer tutuyor… Dört bölümden oluşan çalışmamızı insandan topluma yayılan, genişleyen bir yelpaze gibi yapılandırdık. Dikkat noktamız sadece gazeteci değil, gazetecinin yanı sıra, matbuat dünyasında yer alan muhabirler, muhbirler, gazete dağıtanlar, herhangi bir devlet memuriyeti varken yazmaya ve yayınlamaya âşık olan insanlar, şairler, hikâyeciler, romancılar… Yazan, üreten, bunu matbuat âlemine taşıyan kim varsa, farklı mesleki alanları da dâhil ettik. Mesleki alanlarından duygu dünyalarına kadar ne kadar ayrıntı varsa hepsini fişledik ve benzerlik ile zıtlık açısından da tasnif ettik. Dolayısyla okuyucu, matbuatı kullanarak şahsi menfaat elde etmeye çalışan bir matbuat mesubunu da okuyacak, çinkografi tekniğiyle fotoğraf baskısının nasıl yapıldığını da… Malzemenin tümünü kronolojik sırayla görme fırsatını ve Türk romanında matbuata dair konuların ilk kim tarafından, neden, hangi olaylar sonucunda ele aldığını, yazarlar arası farklılıkları zaman dizimsel açısından da gözlemleyecek. Roman tüm sanat eserleri gibi bir idealize etme işidir ama sadece güzeli değil, çirkini de işaret eder. O dönemin Türk romancısı da, bizatihi bu basının bizdeki inşa sürecine bakınca, bugünkü romancıdan çok farklı bir yaşantı içinde… [caption id="attachment_204568" align="alignleft" width="356"] Öğretim Üyesi Dr. Tayfun Haykır[/caption] “Biz tarihçi değiliz, malzememizi roman oluşturuyor” -Bu farklılıklardan bahseder misiniz? O dönemin aydını ile bugünün aydını arasında ne tür bir ayrım dikkat çekiyor? Haykır: O dönemin aydını çok cepheli, günümüzdeki gibi kendi dar mecralarına, mesleki alanlarına çekilen insanlar değiller. Mesela Yakup Kadri Karaosmanoğlu’yu göz önüne alırsak, Millî Mücadele’de yararlılık göstermiş, yeri gelmiş sahaya inmiş, yeri gelmiş propaganda veya silahlı mücadeleye dâhil olmuş. Bir yönüyle de hayatı boyunca üretip okuyarak, aydın kimliği kazanmış ve edebî anlamda varlık göstermiş. Hemen hepsi bu ve benzeri özellikleri taşımakla birlikte yaşadıklarını kurgusal âleme taşımışlar. Bir de o dönemin aydını mesela bir yönüyle belki bir devlet kademesinde kalem faaliyetinde bulunuyor ya da Ahmet Mithat Efendi gibi kamuda çalışmıyor ama kendisini matbuat hayatına adamış. Hayatlarının bir yönünü çeşitli geçim faaliyetleri alsa da, bir yönüyle bir gazetede köşe kovalamaları, hikâyecilik, şairlik peşinde olmaları dikkat çekiyor. Bizatihi içinde bulundukları hayatı yazıyorlar ve gazetecilik Türkiye’de 1960’lardan sonra bir uzmanlaşma içine girdiyse de, 1860 yılından beri gazetecilik yapan insanlar var. İdealistler… Büyük paralar kazanmıyorlar, sosyal güvenceden yoksunlar, geçim sıkıntıları var ve bunların tümü romanlarına yansımış. Çağdaş romancı böyle bir konu kaleme almaya kalkasa derinliki bir araştırma sürecine girmek zorunda kalır, oysa o dönemin yazarları zaten bizzat matbaada çalışmış, gazeteye yazmış, dizgi yapmış, mücellitlikle uğraşmış. Kâğıdı ve mürekkebi tabiri caizse bağrına basmış. Kitabı yazarken üzerinde durduğumuz şeylerden biri, tarihin gerçekliği ile aramıza mesafe koymaktı. Bir diğer nokta da roman özeti vermekten özellikle kaçındık. Biz tarihçi değiliz, malzememizi roman oluşturuyor. Ne matbuat tarihi ne askerî tarih ne de politik tarihten malzeme topladık. Bu tarz çalışmalar zaten çok sayıda yapıldı. Bizim amacımız, ‘Türk aydını, Türk romancısı bu meselelere ilişkin arzusunu, yaşamını; duygu ve akıl süzgecinden geçirdikten sonra nasıl bir idealleştirmeyle roman okuruna sundu?’ sorusunun peşine düşmekti. -Çalışmanızda buna ilişkin yer alan birkaç roman örneği verir misiniz? Haykır: Mesela, şu an aklıma gelen Ahmet Mithat Efendi romanlarındaki malzeme bolluğu… Tiraj ve haber atlatma meselesine çok dikkat çekmiş. Halit Ziya Uşaklıgil’in ‘Mai ve Siyah’ romanı ise idealist bir nesli anlatır; Edebiyat-ı Cedide kuşağını… Hayatını matbuata vermiş genç Ahmet Cemil’in hazin sonu iç burkar. Bilinmeyen romanlardan, Edhem İzzet’in yazdığı ‘Istırap Çocuğu’ da merkezinde yine bir gazetecinin olduğu, matbuat âleminin hikâyesidir. Aka Gündüz’de de çok fazla sahne vardır. Mesela bir romanında bir gazetecinin cinayeti aydınlatmaya çalışması, başından geçenler anlatılır. ‘Zekeriya Sofrası’ adlı romanı ilk postmodern nüveleri veren romanlarımızdandır. Yakup Kadri’nin ‘Hüküm Gecesi’ ise Ahmet Samim isimli öldürülen ilk gazeteciyi konu alır; siyasal baskıların nasıl cinayete evrildiği bu romanda açıkça görülebilir. Ali Kemal’in ‘Fetret’i, Burhan Cahit’in ‘Dünkülerin Romanı’, Fazlı Necip’in ‘Külhani Edipler’i, Halit Ziya’nın ‘Nesl-i Âhir’i ve daha birçoğu matbuat hayatından farklı farklı sahnelerin yer bulduğu romanlar…