Alper Fidaner: Fotoğraf çekilmez, yapılır

Alper Fidaner... Ankara eğlence mekânlarında, Eski 45’likleri yıllardır dinleyiciyle buluşturan, çektiği fotoğraflarla büyüleyen ve “Ben kendimi önce fotoğrafçı olarak tanımlıyorum” diyen bir sanatçı. Bulgaristan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Bursa’da doğan Fidaner, bir yaşında geldiği Ankara için “Kendimi Ankaralı sayıyorum, kırk yıldır oturduğum ev bile aynı” diyor. Genellikle geceleri çalışan Fidaner’i, bu kez gün ışığında yakalayıp sohbet ettik ve fotoğrafa, müziğe dair düşüncelerini dinledik.
RÖPORTAJ SULTAN YAVUZ (ANKARA)- Fotoğraf sanatçısı Alper Fidaner, henüz çocukken babasının makinesiyle başlamış fotoğraf çekmeye... Anları dondurmak, yakalamak ya da müdahale etmek, onun için bir ifade biçimi olmuş. 1983 yılında girdiği Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, bir grup arkadaşının fotoğraf kursuna gitmesi, onu heyecanlandırınca peşlerine takılmış. Fotoğraf kursuna hiç gitmemiş ama daha sonra geçiş yaptığı Basın Yayın Yüksek Okulu’nun fotoğraf birimindeki karanlık odada sabahlara kadar çalışmış. İnternetin olmadığı o yıllarda fotoğraf kitapları ve dergilerini okuyarak, sevdiği fotoğrafçıları takip etmiş. O zamanlar fotoğrafın daha değerli ama daha zor bir uğraş olduğunu kaydeden Fidaner, fotoğrafçılığa dair hemen her şeyi öğrenerek, fotoğraçılığın her alanında çalışmış. Fotoğrafçılığın bir nevi röntgenciliğe ve avcılığa benzetildiğini belirten Fidaner, “Duyu algısı içinde birinci sırada görmek geliyor, görsel bir dünyada yaşıyoruz ve evet, fotoğrafçılığı hem röntgenciliğe hem de avcılığa benzetirler. Bir şeyi hedef alıp, deklanşöre basıyorsun. Tetik ve deklanşör arasında doğrudan bir bağ var aslında, nişan alır ve basarsın. Bir yanıyla da insanları gözlemlersin. Ben belgeselci ya da gezici bir fotoğrafçı olmadım, evde çekiyorum. Çalışmaya başladığımda kafamda çok da fikir olmuyor aslında, doğal akışına bırakıyorum. Süreç içinde kendi hareketi oluşuyor zaten” diyor. Fotoğrafın tamamen öznel olduğunu kaydeden Fidaner, fotoğrafçının, kişi ya da olayı kendi gördüğü şekliyle yorumladığını ve “özellikle belgesel fotoğrafın müdahale edilmemiş olduğu”na dair görüşe katılmadığını vurguluyor. Fidaner şunları aktarıyor, “ Fotoğrafı çekme eylemi, zaten olaya bir müdahaledir. Fotoğrafçı orada var olmasıyla bile ortamı bir şekilde değiştiriyor. Fotoğraf, kendisini gerçeğin kopyasıymış gibi sunar ve bu yüzden çok da yalancıdır. Bunu olumsuz anlamda kullanmıyorum ama beş kişi yan yana aynı şeyin fotoğrafını çekse, ortaya beş farklı fotoğraf çıkar. O yüzden, ‘el değmeden şişelenmiştir’ demek gibi, çok büyük bir yalan olduğunu düşünüyorum. Zaman akıyor, mekan sonsuz ve fotoğraf, o akan zamanın içinde bir çerçeve ya da kesittir. Deklanşöre basma ânı ile o akan zaman çizgisinden bir kesit alıyorsun. Aynı zamanda bir şeyleri çerçevenin dışında bırakıyor, bir şeyleri de içine alıyorsun. Bu kararları veriyorsun ve bunun sonunda ortaya çıkan görüntünün ifadesi, söylemek istediğin şey oluyor.” “Fotoğraf olması için kâğıda basılması lazım” Fidaner, dijital ortamdaki fotoğrafların yok olmaya mahkum olduklarını söyleyerek, fotoğrafın bu adı alabilmesi için kâğıda basılması gerektiğinin altını çiziyor. Dijital ortamda duran ve paylaşılan fotoğrafların kalıcılığının şüpheli olduğunu belirten Fidaner, “Çekilen milyarlarca fotoğraf yok oluyor. On sene sonra belki hiç biri kalmayacak” diyor. Eski fotoğrafların etkileyici olma sebebinin, daha çok nostalji duygusundan kaynaklandığını ifade eden Fidaner, “Ah eski dönemler ne güzeldi’ denilir ya, o zaman da kötü şeyler yaşıyordu insanlar. İnsan psikolojisinde çok temeldir nostalji, biraz onun da etkisi var. 1950’li yılların Beyoğlu fotoğrafına bakıyorsun, “Ah nasıl güzel insanlar, şıkır şıkır giyinmişler” diyorsun ama baktığın zaman son derece acıklı hayatlar yaşayan bir sürü insan var ortada. Eski fotoğraflar daha mı samimi? Çok değişiklik olduğunu düşünmüyorum, teknoloji değişse bile. Değişen, aşırı görüntü yüklenmesi olabilir, bu değerini düşüyor ama fotoğrafın ruhunda çok büyük bir değişiklik görmüyorum” diyor. Günümüzde fotoğrafçılığın yaygınlamaşmasına ilişkin de şunları kaydediyor, “Mesela bin kişi resim yapıyor, bir tanesi ressam oluyor. Fotoğraf da öyle, kendi kendini zaman içinde eliyor. Bu iyi bir şey, hem insanların içinde kalmıyor hem de gerçekten yönelimi olan insanlar kendilerini keşfedebiliyor. Beş milyar insan cep telefonuyla fotoğraf çekiyor diye fotoğrafçının çektiği fotoğrafların değeri düşmüyor ya da onların hepsi fotoğrafçı olmuyor.” Fotoğraf çekerken içgüdülerimi kullanıyorum En sevdiği fotoğraçının Man Ray ismindeki Amerikalı sanatçı olduğunu dile getiren Fidaner, Ray’in 1920’li yıllarda Paris’e yerleşerek, buradaki sürrealist sanatçılarla birlikte çalıştığını ve ortaya çok iyi fotoğrafların çıktığını söylüyor. Sanatçının fotoğralarını çok incelediğini belirten Fidaner, Şahin Kaygun’un çektiklerini ve Nuri Bilge Ceylan’ın sinemacı olmadan önceki fotoğraflarını da çok beğendiğini sözlerine ekliyor. Fotoğraf çekerken daha çok içgüdülerini kullandığını belirten Fidaner, fotoğraf çekmenin kendisi için de bir keşif süreci olduğunu vurguluyor. Fotoğrafın çekilen değil, yapılan bir şey olduğunu söyleyen Fidaner, “O fotoğrafı çekerken zaten bir şeyi dışarıda bırakarak, zamana ve her şeye müdahale ediyorsun ya da ortamda var olman bile bunu sağlıyor. O nedenle, fotoğraf üzerinde ne istersen yapabilirsin. Sonuçta ortaya çıkan şeyin fotoğraf olup olmadığını tartışmak bana anlamlı gelmiyor. Savunulduğu gibi, bunun fotoğrafın doğasına aykırı olduğunu düşünmüyorum. Ben photoshop çok kullanırım mesela... Karanlık odada yıllarım geçti ve orada da siyah beyaz fotoğraflara müdahale ediyordum. Bu bilgi ile photosop kullanınca, büyük avantaj sağlıyor aslında. Photoshop bir sürü seçeneği olan, keyifli bir program” diyor. Fotoğraf da, müzik de bir saklama yöntemi Fidaner, hayatında birleştirdiği fotoğraf ve müzik için, ikisinin birbirine çok benzer oluşuna dikkat çekiyor. İkisinin de insanların daha önce yaşadıkları bazı durumları saklama yöntemi olduğunu kaydeden Fidaner, “Görüntü saklamak, önce resimle daha sonra teknolojinin gelişimiyle de fotoğrafla mümkün hale gelebiliyor. Sonra sesi saklamak... Geçmişten gelen bir şeyi saklıyorsun yine” diye belirtiyor. Eski 45’liklerin, eski şarkılar anlamına gelmediğini, 1960’ların başından 1970’lerin sonuna kadarki dönemde, bunun bir müzik taşıyıcısı olduğunu vurgulayan Fidaner, söz konusu dönemi şöyle anlatıyor, “45’lik plak, kullanılan malzeme, o yüzden o dönemin adı bu. Bu dönemin özelliği dünyada özgürlük akımının ortaya çıkıp yükseldiği bir zaman dilimi olması. Müzik açısından da ‘popüler müziğin altın çağı’ denir. Tüm dünyada en güzel işlerin yapıldığı yıllardır ve bunun teknik sebeplerine bakarsak, 45’lik plaklar kişisel üretime imkan sağlıyor. İçinde sadece iki şarkı var ve prodüksüyonu çok kolay. Bu dönemin 1980’lerde bitmesinin nedeni, MTV’nin kuruluşu olarak kabul ediliyor. Müziklerin görüntülü sunulması, yeni bir boyut getiriyor ve işi endüstiye dönüştürüyor. Aynı dönemde 45’liklerin yerine albümler geliyor, plaklar büyüyor, 12 şarklılık long play’ler ortaya çıkıyor. Tabii ki 45’lik yapmaktan çok daha pahalı bir iş, 12 şarkın olacak, kapağı daha pahalı... İş orada yapımcı şirketlerin kontrolüne geçiyor, parayı bastıranların borusu ötmeye başlıyor. Çirkin şarkıcılar piyasadan siliniyor, daha önce ses olarak sunulan şeyler, görüntülü sunuma geçtiği zaman yeni bir unsur ekleniyor. Güzel kızların şansı daha çok artıyor. Eskiden sadece plak kapağındaki fotoğraftan ibaret olan şey, birden bire dansıyla, vücuduyla da algılanır hale geliyor. Çok belirgin geçişler bunlar...” 1960’ların ve 1970’lerin şarkıları umut içerir Yaptığı işin genel anlamıyla DJ’lik olduğunu ifade eden Fidaner, DJ’liğe dair de şunları anlatıyor, “DJ, eskiden diskolarda plakları koyup, sırayla çalan adamdı ama 1990’lı yıllarda elektronik müziklerle, çalma esnasında canlı olarak müziklere müdahale eden insanlar, tıpkı bir müzisyen gibi çalışmaya başladılar. Ben ise bir şeye müdahale etmeden, hatta en orijinallerini çalarak işimi yapıyorum, tamamen doğaçlama çalıyorum. İnsanlar eğleniyorsa, ben de bu durumdan çok etkileniyorum. Zatan olay, insanları takip edip, neye tepki veriyorlarsa ona yönelmekten geçiyor. Her şeyi görürsün, kimin ne içtiğini biliyorum mesela” diyerek gülüyor. Cuma ve Cumartesi günleri Alerta’da gece 23.00’den, 04.00’e kadar DJ’lik yapan Fidaner, hafta içi fotoğraf çektiğini ve çoğunlukla geceleri yaşayan bir insan olduğunu söylüyor. Çalarken seçtiği şarkıların kendi çocukluk ve gençlik dönemine ait eserler olduğunu, bunun avantajını yaşadığını ifade eden Fidaner, plaklarla duygusal bağ kursa da, bir plağı dijital ortama aktardıktan sonra o plakla çok da işi kalmadığını belirtiyor. Eski 45’likler için şunları dile getiriyor, “1960’ların ve 1970’lerin şarkıları umut, sevgi içerir, dostluğu över ama 1990’ların pop şarkısı için bunu söyleyemezsin. Buna rağmen onlar da seviliyor. Bu iş nostalji tuzağı bence, kendi gençliğini özleyen insanların üzerinde döndüğü bir alan. Şimdi bakıyorsun, 2000’ler de nostalji olabiliyor.” Türkiye’nin en parlak dönemlerinin 2000 ve 2005 arası olduğunu ve 2010’dan sonra yaşanan bu kırılmanın eğlence sektörüne de yansıdığını kaydeden Fidaner, “Özellikle iki yıldır insanlar eğlenmeye utanıyorlar, dans etmek artık cool bir hareket değil. Gençler, kendilerinden daha yaşlı insanların eğlenmesine tuhaf bakıyorlar ama gece hayatının düşmesi gerçek değil. Mekanların şu andaki insan kapasitesi, 20 yıl öncesine göre 10 kat arttı. Bir düşüş değil de, mekan sayısının arttığından ve ortadaki toplam müşteri sayısının dağılımından bahsedebiliriz. Fakat toplumsal mutsuzluk hali, bizim işe de çok fazla yansıyor. Ekonomik boyutu da var tabiii. İnsanlar artık eğelence için o kadar para ayıramıyor” diyor. Ankara, müzik, Sezen Aksu... İstanbul’da altı ay yaşayan ve oradaki insan ilişkilerini sevmediği için Ankara’ya yeniden dönen Fidaner, “Ankara’nın sevilecek yeri yok zaten, insan ilişkileriyle var. Burada çevrenle var olursun ama yaş ilerledikçe o çevre dağılıyor ve yalnız kalabiliyorsun. Melih Gökçek döneminden beri, Ankara benim Ankara’m değil, yaşam alanın Atakule’den Kızılay’a kadar olan bölüm” diye anlatıyor. Profesyonel olduğu için müziği fon olarak kullanamadığını belirten Fidaner, müzik dinlemenin başlı başlına bir iş olduğunu ve hayatı boyunca sokakta kulaklıkla müzik dinleyerek yürümediğini söylüyor. Sokakta müzik dinleyen insanlara dair, “Ne dinlediklerini merak ediyorum. Bangır bangır türkü dinleyen insanlar da var ama çoğunlukla zamanın popüler şarkıları dinleniyor sanırım. Bazen kulaklarını çekip, ‘ne dinliyorsun?’ diye bakasım geliyor” diyor. Arabesk müziğin ise 1970’lerde köyden kente göç olgusunun yarattığı bir müzik olduğunu hatırlatan Alper Fidaner, Türkiye’de müziğin değişimini de şu sözlerle anlatıyor, “Şehirdeki müzik, daha önceleri Türk Sanat Müziği ya da batı pop müziğinin taklidiydi. Popüler batı müziği, 1930’lu yıllarda gayri müslimlerce icra edilen kanto ile hayatımıza giriyor. Sonra tango dönemi başlıyor, Cumhuriyet’in empoze ettiği ‘batılı olacağız’ diyerek, devlet desteğiyle hayatımıza giriyor ve Celal İnce dönemi başlıyor. 1960’larda ise rock&roll ile Erol Büyükburç’u görüyoruz. 1970’li yıllar Ajda Pekkan, 1980’ler ise Sezen Aksu dönemi. 1980’lerde arabesk kültürü patlıyor ve türün kült ismi Orhan Gencebay ‘ben de varım, beni de gör’ diyor. Sonra İbrahim Tatlıses ve 1990’larda Mahsun Kırmızıgül’e geldiğimizde, artık ‘ben de varım’ teması, yerine ‘benim zaten’e dönüşüyor. Sezen Aksu’nun yaptığı müzik de arabeske benziyor. Mesela Ajda Pekkan ulaşılmazdır, dışarı bakar, Paris’ten alışverişini yapar, aşık olduğu adama ‘sıra bende, seni süründereceğim’ der. Pekkan’ın antitezi ise Sezen Aksu’dur. Aksu, mahallenin kızıdır, senin dertlerinden söz eder, ‘şu sevgilimi terk ettim’ demez, ‘terk etti, mahvoldum” der. O yüzden, oranın müziğine de sahiptir, bağlama ve zurnayı pop müziğe sokan Sezen Aksu’dur. 1990’lardan sonra zaten her şey birbirine karışmaya başlıyor. Bence Tarkan’la bitiyor ve 2000’den sonra kimse yok, sonrası kaos..” Alper Fidaner’le yaptığımız uzun ve zevkli sohbetten sonra, fotoğraf çekme isteğim için “Değişiklik olsun, gel selfie çekelim” diyor ve fotoğrafa baktığımda, şu cümleler dökülüyor, “Günlerin yorgunluğu, renklerin arasından süzülüp gidebilir. Bir yaprak düşebilir çay bardağının yanına. Bir şarkı, bir ömrün fotoğrafını çekebilir. Ve zaman bir bakış atar çehrene, bazen gülümseyerek, bazen düşünceli...”