Yusuf KANLI Kim ne derse desin, İstanbul bir vahşi orman. Kalabalık. İnsan denizi. Sanki vahşi canavarlarla dolu büyük bir orman. Sadece Türkiye’nin değil, belki de dünyanın en güzel şehri bende niye bu kadar büyük güvensizlik hissi, korku yaratıyor? Hafta sonu ziyareti ya da tatil maksatlı ziyaret muhteşem bir olay da, o şehirde iş yapmak insan için tam bir ilkence olmalı... Yahya Kemal Beyatlı demiş ya, “Ankara’ya gitmenin en güzel yanı, İstanbul’a dönmektir” diye... Kendince söylemiş. Denizi yok. Bozkırın ortasında bir şehir. Ama Cumhuriyet’in başkenti, düzen in, kuralın sembolü... Bir deniz çocuğu olmama rağmen, severim ben Ankara’yı verdiği huzurdan, güven duygusundan ve sevdiğimin, sevdiklerimin şehri olmasından dolayı. “İstanbul’a gitmenin de güzel yanı, Ankara’ya dönmek” dedim içimden Beyatlı’ya cevap. Yeni havalimanı, malum, ayrı bir işkence. Hem çok büyük, hem çok uzak. Anadolu yakası için Sabiha Gökçen Havalimanı iyi bir alternatif ama, Taksim’de bir otelde kalacak ve aynı otelde toplantı yapacak iseniz ve üstelik bunu bir hafta sonuna sığdıracak iseniz, her halde en münasip seyahat imkanı tren olacaktır. Havaalanına gitmek, uçuş vakti, havaalanından şehre varmak... Güvenlik... Hem uzun hem de zor süreçler. Halbuki tren yolculuğuyla, evden çıkış dahil, sadece beş saat içerisinde varmak mümkün İstanbul’da herhangi bir adrese. Dört saatlik oldukça rahat tren seyahati ve sadece 45 dakikalık bir taksi yolculuğu ile gece yarısına yakın Taksim’e çok yakın otelimizde idik. Sabahleyin İstanbul’daki gazeteci arkadaşların katılacağı Avrupa Birliği finansal desteği ile Gazeteciler Cemiyeti’nin yürüttüğü Demokrasi için Medya programının bilgilendirme toplantısını yapacağımızdan erken yatmalıydık. Ancak beş saatlik yolculuğun ardından biraz yürüyüp bacaklarımızı açmanın da yararlı olacağını düşündük. Resepsiyondaki görevliye sorsam herhalde “Yan sokaklardan sakının, bu saatte tekin olmaz. Taksim meydanı ya da İstiklal’de dolaşın” derdi herhalde. Otelden ayrıldıktan kısa süre sonra ben de aynı kanıya varmıştım zaten. Otelin ana kapısının tam karşısındaki dükkanın ismi kocaman ışıklı bir panoda idi. Ne olduğunu anlamadım, Rusca idi. Bitişiğindeki dükkan ise Arapça bir pano taşıyordu, koskoca... Bakır hediyelik eşyalar satan dükkanın ismi de Arapça yazılıydı. Dükkandaki bakır tepsi, tabak, lamba ve sair hediyelik eşyada Arapça bir şeyler yazıyordu, “Herhalde dua” dedim kendi kendime. Sokak, diğer sokaklarda olduğu gibi insan doluydu. Ancak, göründüğü kadarıyla biz İstanbul’da değil bir Arap şehrinde idik ve o şehirde az miktarda da Rus turist vardı. Her taraf Arap kaynadığı sokaklar. Sivil polis olduğundan şüphelendiğim seyyar kestaneciye “Hiç Türk yok mu buralarda?” dedim. “Yok ağabey, bu saatlerde ve sonrasında hiç Türk olmaz. Ara sokaklara girmeyin ha, tehlikeli olabilir” dedi. Yanımızdan sirenlerini öttürerek iki ambulans geçti. Kulaklar perişan. Dolu mu idiler? Zannetmiyorum. Az sonra ambulanslar bir tur daha attılar. Sanki uyandırma servisi. Meydana doğru ilerlerken uzaktan birisinin sanki ezan okuduğunu işitir gibi olduk. Kısa süre sonra durum aydınlandı. Gecenin bir yarısında ne ezan, ne de birisi kutsal kitaptan bir şeyler okuyordu. Hani bizim 1970 ve 1980’lerde yaşadığımız köyden kente kavimler göçü gibi muazzam göç hareketi sonrasında ortaya çıkan Arabesk müziğimiz var ya, duyduğumuz onun tıpkısının aynısı ama Arapçası idi. 40 yıllık gazeteciliğin verdiği mesleki deformasyondan olacak sivil kıyafetli polisleri fark etmek çok kolay gibi geldi. Ya da ben güvenlik ihtiyacı içerisinde görmeyi arzuladığımdan Taksim’de bir sürü sivil polis gördüğümü zannettim. Ama doğrusu polis görünce rahatlayacağımı söyleseler inanmazdım ama çok da rahatladım. 45 dakika yürüme akşam için yeter de artar dedik. Ayaklar yeterince açılmış, yorgunluk savılmıştı. Sabah toplantı var, haydi otele deyip geri döndük. Bilgilendirme toplantısı güzel geçti. Arkadaşlar, daha önce bir benzer çalışmada Nazmi Bilgin Başkanımızı 10 kilometreye yakın yürüttüğümü duymuşlar ve sanki intikamını almaya çalışıyorlarmış gibi bir tavır içine girdiler. Trene vardığımızda telefonuma baktım, 13 kilometre yürümüşüz. Trene binince bir kez daha “İstanbul’a gitmenin güzel tarafı Ankara’ya dönmek” dedim.