Gazeteciler Cemiyeti tarafından Avrupa Birliği desteğiyle yürütülen Demokrasi için Medya / Medya için Demokrasi (M4D) Projesi kapsamında, “Doğal Afetler ve İnsan” başlıklı online söyleşi düzenlendi

NAZ AKMAN/ANKARA Gazeteciler Cemiyeti tarafından Avrupa Birliği desteğiyle yürütülen Demokrasi için Medya / Medya için Demokrasi (M4D) Projesi kapsamında online düzenlenen söyleşilerin bu haftaki konuğu Prof. Dr. Cengiz Güleç oldu. M4D Projesi Ulusal Komite Üyesi, gazeteci Nursun Erel'in yönettiği “Doğal Afetler ve İnsan” başlıklı söyleşide, son örneği İzmir depremi olan doğal afetler sonrası kişisel ve toplumsal psikolojinin korunması, mağdurların ve ikincil etkilere maruz kalanların ayakta kalma yöntemleri tartışıldı. Bu kapsamda medyanın doğal afetleri ele almadaki rolü ve haberlerin toplumsal psikolojiye etkileri katılımcılarla masaya yatırıldı. Prof. Dr. Cengiz Güleç kimdir? Tıp profesörü, psikiyatri uzmanı, siyasetçi, milletvekili ve yazar Güleç, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi eğitiminden sonra aynı fakültede ihtisas yaptı. Paris Üniversitesi Tıp Fakültesinde Adolesan Psikiyatrisi Uzmanlığı okuyan Güleç, Felsefe Lisans Sertifikası, Sosyal Antropoloji Yüksek Lisansı aldı. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD Başkanı ve Öğretim Üyesi, Fakülte Kurulu Üyesi, Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı Derneği Başkanı, Türkiye Psikiyatri Derneği Onur Kurulu Üyesi ve Ankara Şubesi Başkanlığı görevlerinde bulunan Güleç, DSP’den Sivas Milletvekili seçilerek TBMM’de yasama çalışmalarına katıldı. [caption id="attachment_199607" align="alignright" width="352"] M4D Direktörü Yusuf Kanlı[/caption] Söyleşinin açılış konuşmasını yapan M4D Direktörü Yusuf Kanlı, doğal afetler ve beraberinde getirdiği tehditlerin önemine işaret ederek, özellikle pandemi sürecinde hemen hemen her alanda artış gösteren çatışma kültüründen uzaklaşılarak sorunların uzlaşı kültürüyle çözülmesinin gerekliliğini vurguladı. [caption id="attachment_199608" align="alignright" width="316"] M4D Projesi Ulusal Komite Üyesi, gazeteci Nursun Erel[/caption] Söyleşinin moderatörlüğünü üstlenen Erel, psikiyatri uzmanlığı yanı sıra felsefe, antropoloji ve siyaset gibi pek çok alanda çalışmalar yapan Güleç hakkında bilgi verdikten sonra tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 virüs salgını sürecinin etkilerini sordu. Güleç, “Uzmanlık alanlarım ve ilgi duyduğum alanlar her ne kadar farklı görünse de hepsinin ortak olarak merkezinde insan ve insanı anlama yer alıyor. Tek bir bireyin iç dünyasına odaklansak da o bireyin kişi/özne olarak ortaya çıkışı sosyokültürel bir çerçeveyle bağlantılıdır. Antropoloji ilgim de bununla ilgili ancak siyaset tesadüfi oldu. Politikayla ilgilenmek ve politikacı olmak aynı şey değil, ben politikayla ilgiliyim bir dönem parlamenter oldum. 73 yaşındayım, bugüne kadar da siyasetten politikadan uzak kalmadım” bilgisini paylaştıktan sonra pandemi sürecini anlattı. Güleç, “Herkes gibi ben de ailemle Mart ayından yeni normalleşmeye kadar evdeydim. Daha önce kurucusu olduğum ve 15 yıla yakın çalıştığım Madalyon Psikiyatri Merkezi’nden birçok arkadaşımızın işine haksız yere son verilmesine üzerine tepki olarak ayrıldım. Son dört ay içinde Ankara Memorial Hastanesi’nde göreve başladım ancak birkaç meslektaşımızın Covid olması üzerine eve kapandım. Pandemi sürecini bahçemizde geçirdik, bunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu anladık. Yazmayı, araştırmayı düşündüğüm konular var bu süreci bunlara zaman ayırarak değerlendirmeyi planlıyorum” sözlerine yer verdi. Pandeminin ruhsal etkileri Pek çok meslek grubunun pandemi sürecinden olumsuz etkilendiğini ifade eden Güleç, özellikle psikolojik açıdan ciddi tahribata neden olan salgının psikolojik boyutunu değerlendirdi. Güleç, “Her meslek grubu kendi meslek grubunun bu süreçte mağdur olduğunu düşünüyor, özellikle iş güvencesi olmayan meslek kolları ciddi anlamda süreçten olumsuz etkileniyor. Pandemi özellikle sağlık personelleri üzerinde bir tükenmişlik yarattı. Hangi meslek kolunda olursak olalım, genel geçer, standart, uzun süreli izolasyon ve kaygı ile geçen bu salgınla nasıl baş edilebilir bilemiyorum. Fiziksel sağlıkla başlayan ama zamanla beraberinde ruhsal birtakım sıkıntıları da beraberinde getiren salgının etkisi kişiden kişiye değişiyor. Pandemiden önce de kaygı eşiği düşük olan anksiyeteye yatkın neredeyse nüfusun yüzde 10’undan oluşan bir grup mevcuttu. Buna bir de depresyona yatkın olan yüzde 10’a yakın kitleyi de ekleyecek olursak toplum nüfusun yüzde 20-25’i bir şekilde ruhsal bakımdan zaten sıkıntılıydı diyebiliriz. Rakamsal olarak bu kesim ciddi bir popülasyonu oluşturuyor. Bu durumdaki kişiler pandemi sürecinde daha zor durumda kaldı. Elbette ruh sağlığı normale yakın olan sağlıklı insanlar da salgından etkilendi ancak bu etkilenmenin derecesi diğer kitleye oranla daha makul, aşılabilir bir düzeyde diye düşünüyorum. Eğer ruh sağlığı açısından bir toplum taraması mümkün olabilseydi toplam nüfusun yüzde 50’sinin ciddi bir biçimde pandemiden etkilendiğini görebilirdik. Özellikle yaşlılar, çocuklar, ergenler risk grubunda. Yaşlılık kendi başına birçok sorunken üzerine bir de salgın eklenince endişe, kaygı ve depresyonun arttığını söyleyebilirim. Yaşlılık, sağlık sorunlarını beraberinde getirse de mutsuzluk gerektirecek bir yaş dönemi değil. Ancak psikolojik açıdan erken teslim olma ve yaşam iştahının kaybedilmesi özellikle emeklilik sonrası bu bir de kamu emekliliğiyse çok ciddi sorunları beraberinde getiriyor. Bir süre sonra salgın konusunda olumlu gelişmeler olsa da pandeminin bıraktığı ruhsal hasarın kolay aşılabileceğini düşünmüyorum. Ancak iç bütünlüğümüzü koruyan, zenginleştiren ilgi alanlarını ortaya çıkarmamız gerek” dedi. “İstanbul’da ilkel inkar durumu var” Son örneği İzmir depremi olan doğal afetler sonrası kişisel ve toplumsal psikolojinin korunması konusunda bilgi veren Güleç, olası İstanbul depremine ilişkin de değerlendirmede bulundu. Güleç, “İzmir depreminden sonraki dayanışma umut verici. Bu tip toplu felaketlerde, bu felaketleri yaşayan topluluğunun sivil toplum olma dinamikleri ne kadar gelişkinse örgütlülük ve dayanışma o kadar yüksek oluyor. İzmir bu konuda iyi bir sınav verdi. İstanbul için bunu söylemek zor. Çünkü İstanbul popülasyon olarak bir Türkiye karması. Homojen olarak İstanbul’u tanımlayamıyoruz, dolayısıyla olası deprem riskine karşın İzmir örneğindeki dayanışmanın orada ne düzeyde uygulanacağı konusunda fikrim yok. Deprem kestirilemez, elbette tahmin edilebilir ancak tam anlamıyla kestirilemez. İstanbul’daki toplumun önemli bir kesiminde gerçek hayata dair riskleri, tehditleri görmezden gelme hali yani ilkel inkar durumu var. Bu ilkel düzeydeki inkarın İstanbul sakinlerinde yaygın olduğunu düşünüyorum. İstanbul’un riskli bölgelerinde gönül rahatlığıyla nasıl yaşanabildiğini anlamada güçlük çekiyorum. Elbette zorunlu ekonomik gerekçelerle kötü yaşam ve iş koşullarında olan kesimi kastetmiyorum. Kastettiğim kesim başka yerde yaşayabilecek ekonomik özgürlükteki kesimin bu risklere rağmen İstanbul’dan vazgeçememelerini anlayamıyorum. Bu durum sadece İstanbul sakinleri için değil aynı zamanda kamu sağlığını, güvencesini korumak ve gözetmekle sorumlu mercilerinde aymazlığı, sadece bireylerde değil” diye konuştu. [caption id="attachment_199610" align="alignright" width="352"] Prof. Dr. Cengiz Güleç[/caption] “Yerel yönetimlere daha fazla inisiyatif verilmeli” Güleç bu kapsamda yerel yönetimlere daha fazla inisiyatif verilmesi gerektiğini belirterek, “Onca kayıp, acı, haksızlığa rağmen toplumsal hafızası zayıf bir toplumuz. Toplumsal hafızamız diri değil. Bu bir avantaj olarak görünüyor ancak kurumsallaşma ve kuşaktan kuşağa haksızlıkların mağduriyetlerin hesabını sorma, bunu yaşatanları af dilemeye zorlayacak toplumsal bir hareketlilik bizde hala çok zayıf. Yerel otoritelerin ve kurumların doğal felaketlere aktif olarak katılımını merkezi siyasi iktidar önlüyor. Burada bir tuhaflık var. Merkezi otoritenin aşırı merkeziyetçiliğinin kültürel açıdan çeşitlilikle mozaikle hem ekonomik hem kültürel açıdan merkezden tüm sorunları çözemediğini anlaması gerekiyor. Dolayısıyla yerel yönetimlere daha fazla inisiyatif verilmeli ve onların da bu sorumluluğu üstlenmesi gerekiyor” ifadelerini kullandı. “Küreselleşme yandaşları için pandeminin çok ciddi bir sınav olduğunu düşünüyorum” Dijital devrim ile insanlık tarihinde yeni bir döneme girildiğini belirten Güleç, pandeminin küreselleşme konusunda ciddi bir sınav olduğunu söyledi. Pandemiyle birlikte tüm ülkelerin ulusal sınırları içine kapandığını küreselleşmede sermayenin kolaylıkla dünyayı dolaşabildiğini ancak emeğin dolaşımının sınırlandırıldığını ifade eden Güleç, “Güç ve lider tapınımının çok yüksek olduğu bir toplumuz. Dünyanın ilk 20 gelişmiş ekonomisi gibi terimlerle övünüyoruz görünsek de geniş kitlelerin hareketliliği adete lider merkezli. Lider yaratma ve bu liderle kendini güvencede hissetme durumu hakim. Liderin karakteriyle söylemiyle de kısmen de olsa bir aidiyet bulma var. Lider meselesi ülkemizde çok önemli, ekonomik gelişmişlik düzeyiyle paralel gitmiyor. İnsanlık tarihinde dördüncü devrim, yani dijital devrime girildi. Sanal etkileşimin başat olduğu, yüz yüze sıcak insanı ilişkilerin kaybolduğu, giderek kurumsal profesyonel hayattan kopma mevcut. Küreselleşme yandaşları için pandeminin çok ciddi bir sınav olduğunu düşünüyorum. Özellikle Neoliberal politikaların bütün dünyayı bir pazar ve üretim odakları haline getirmesi olumlu görülürken beraberinde sıkıntıları, sakıncaları da getirdi. Nitekim bu pandemi bize şunu gösterdi; tüm ülkeler ulusal sınırlarının içine kapandı, övündüğümüz küreselleşmede sermayenin kolaylıkla dünyayı dolaştığını ama emeğin dolaşımının sınırlı olduğunu gördük. Zenginler korunaklı kulelerinde rahat ve konforlu hayat süremeyecekler” dedi.
Editör: TE Bilisim