Sevgisiz ve sevimsiz insan sayısı arttıkça, o toplumun dayanışma ruhu da azalır.

Haftada bir yazıyorum bu köşede. Geçen haftanın özeti şuydu:

"Yüksek gerilim, yüksek huzursuzluk ve yüksek umutsuzluk."

Ülkede ne var, ne yok diye haberleri izlemek amacıyla televizyonun karşısına oturuyorsunuz. Hangi kanalı açarsanız açın, karşınızda Cumhurbaşkanı var!

"Devlet Baba" gibi değil de burnundan soluyan ve sinir sistemi dağılmış bir ihtiyar gibi bağırıp çağırıyor. Toplumun bütün kesimlerini fırçalıyor.

(O kadar ki, ekranda göründüğü an TV’lerini kapatanların sayısı giderek artıyor.)

Aklına geleni değil, ağzına geleni adeta savuruyor. Bunu bildiği için, bağırıp çağırdıktan sonra toplumun çeşitli kesimleri üstünde Devlet baskısını artırıyor. Acımadan, yasal olup olup olmadığına bakmadan içeri tıktırıyor.

Güneydoğu’dan her gün ölüm haberleri, şehit cenazeleri geliyor. Böylesine yüksek gerilimli huzursuzluk ve umutsuzluk içinde halk desteğini yitireceği sanılıyor. Ama tersi oluyor ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun gözlemleri doğru çıkıyor:

" Patlayan bombalara rağmen halkımızın desteği artıyor."

Yani, bu ülkede sular tersine akıyor veya akıtılıyor. Ve Cumhurbaşkanı, her davete gidip aynı şekilde bağırıp çağırıyor; fırçasını atıyor! Geçen hafta günler boyunca Akademisyenler bildirisine imza atanlara karşı yağıp esti. 1128 imzalı bildirinin içeriğine kesinlikle karşı olan bir yazar olarak, bu imza sahiplerinin çoğunu da tanırım. Bunlar eskiden Erdoğan’ı açıkça destekleyen KANKALARI idi.

Baskın Oran’ı da, Hasan Cemal’i de hatırlarsınız. Kim ve kimler "Yetmez ama Evet" diyerek kampanya açmışlardı? Kim kime, Cemal Abi" diye hitap ederdi? Aralarında daha neler var neler!

Ama, içlerinde çok samimi demokrat ve özgürlükçü aydınlar da var. Tümünü aynı çuvala sokup yerden yere çalmanın linçten farkı yoktur. İçeriğine katılmasam bile, bunların topyekun linç edilmesine şiddetle karşıyım. Vatanın bölünmesine de şiddetle karşıyım, bölücülerin desteklenmesine de karşıyım, ama bir konuda görüşünü özgürce açıklayanlara da linç kampanyası açılmasını desteklemem. Gazeteci hafızası unutmaz efendiler, gün gelir olan bitenleri hatırlatır.

Şu sorulara ilgililer yanıt verebilirler mi?

1- Şu anda güneydoğu il ve ilçelerinde çukurları ve tünelleri kazabilecek alet ve edevatı kanlı terör örgütü hangi tarihlerde ve yönetimde hangi partilerin bulunduğu dönemlerde buraya sokabildi. O sırada mülki amirler, istihbarat ve güvenlik güçlerine yönetimden hangi talimatlar verilmişti?

2- İktidar partisinin hangi milletvekili kanlı terör örgütünün cezaevindeki lideri için, "Öcalan çok doğru şeyler söylüyor" dedikten sonra Meclis kürsüsünden kurtarıcı ve kurucu kadronun ikinci adamı için "İsmet Paşa bu ülkenin en büyük Faşistidir" demiştir? Bu milletvekiline herhangi bir parti disiplini uygulanmış mıdır ki, şimdiki Cumhurbaşkanı’na hakaret gerekçesiyle ana muhalefet partisinin lideri hakkında soruşturma açtırılıyor? Cumhurbaşkanı Başsavcıya talimat verebilir mi?

3- 14 yıldan beri aynı siyasi iktidar işbaşında iken, "Çözüm süreci" söylemleri yüzünden kırsal bölgelerden il, ilçe ve büyük kentlere ağır silahlarla yığınak yapılmasına nasıl ve neden göz yumuldu? Bu zafiyetin sorumlusu ve sorumluları kimlerdir?

4- TV kanallarını gezdiği süre içinde, "PKK terör örgütü değil, Türkiye için bir fırsattır" diyen hangi malum kişiler AKP listesinden milletvekili seçtirildiler?

5- Kundaktaki bebekleri, sağlık görevlilerini, ebeleri ve hemşireleri, öğretmenleri ve öğrencileri öldürten eli kanlı teröriste "Sayın Öcalan" diyebilen, "Öcalan Kürtlerin lideridir" diyebilen Hükümet üyeleri kimlerdi? Bizler buna isyan ederken onları kim himaye ediyordu?

6- Bugün mecliste bulunmalarına bile tahammül edilemeyen HDP milletvekilleri ile Saray’da mutabakat metni imzalayan Bakana kim yetki vermişti? O bakan PKK terör liderini nasıl övmüştü? Bu bakan, hala hükümette nasıl görev alabiliyor?

Bu 6 soruyu 16’ya, 26’ya, hatta 56’ya çıkarabilirim.

Söyleyin lütfen, bütün bu gerçeklere rağmen her gün ortaya çıkıp afra tafra yapmanın alemi var mı? Yakışıyor mu? Herkesi suçlu gösterip, sadece kendi yakınlarını aklamak yakışıyor mu?

Yüksek gerilim ve mutsuzluk, geçen hafta ana muhalefet partisinde de yaşandı.

İnanamıyorum.. Ailem itibariyle CHP alemi içinde büyüdüm. 52 yıllık meslek yaşamımın büyük bölümü de parlamentoda ve siyasi partilerin çalışmalarını izlerken geçti.

1950 seçimlerinden itibaren tüm siyasi yarışmaları hatırlıyorum.

İsmet Paşa’nın mitinglerini izlemiştim. Bölükbaşı’nın topladığı kalabalıklar hala gözlerimin önünde. Rahmetli Menderes’i de dinledim, 27 Mayıs sonrasındaki gelişmeleri de yakından izlerdim.

Ragıp Gümüşpala sonrasındaki gelişmeler sırasında gazeteciliğe yeni başlamıştım.

CHP içinde Ortanın Solu ile başlayan yenileşmeyi de Demokratik Solu da kah izledim, kah bazı toplantılarda bulunarak katkıda bulundum. Bülent Ecevit’i ilk kez Çalışma Bakanlığında tanıdım.

12 Mart döneminin çilesini de çektim, mesleğimi de geliştirdim. O zorluklar içinde Ecevit’in CHP’yi nasıl büyüttüğünü, iktidar alternatifi yaptığını çok yakınından gözledim. Hatta bazen yan yana, bazen el ele bu kavganın içinde bulundum.

Gördüm ki, Ecevit ne kadar bilgili ve etkili ise, o kadar da demokrattı. Ama her an ayaklarına karpuz kabuğu atılabileceğini de biliyordu. Bazıları delege avcılığı yaparken, o eşi ile birlikte Anadolu yollarında, köy evlerinde veya kasabalarda halklı baş başa görüşmeler yapıyordu. Hiç unutmam, Muş mitingi için gitmiştik; alanda müthiş bir kalabalık vardı. O sırada parti otobüsü değil, makam otomobili ile dolaşılıyordu. Kalabalık alana giderken bir de baktım, Ecevitler, karı-koca meydana yakın bir evde toplanan çoğu kadın bir grubun yanına gidiyorlardı.

Onları gören Muşlular koşarak buyur ettiler. Kadınlar Rahşan hanıma sarılıyorlar, Yaşlılar ise Bülent beyin sırtını okşuyorlardı. İlgi müthişti. Yarım saati aşkın o evin önünde sohbetler edildi, sular ve ayranlar içildi. Ecevitler o evdeki kalabalıkla birlikte alana öyle bir girdiler ki, yer yerinden oynadı. Oradan Varto’ya geçmiştik. Varto’daki sevgi konvoyu daha Genel Başkan olmadan Ecevitli CHP’min ilerde neler yapabileceğinin göstergesiydi.

Peki geçen hafta "Değişim ve Kardeşlik Kurultayı" yapıldı. CHP’de kardeşlik mi pekişti? Ne değişti, nasıl değişti? Atatürk’ün resmini çöp tenekesine atanı bilip de olayı örtbas eden Nazlıaka mı, İran ile Türkiye savaşı çıktığında İran tarafında olacağını açıklayan Eren Erdem mi, Türkiye’nin en büyük yayın organının Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu’nin adını çizdirerek en önlere çıkan muhabirlik bile yapmamış Öztunç mu, kardeşlik sağlayacak? Bu isimler mi çok demokrat? Hayret!

Biri de kalkmış, tek aday olarak oybirliği ile Genel Başkanı istifaya çağırmış, iyi mi? Seçilenler hangi ilin gençlik veya kadın kollarında çalıştılar? Hangi genç, gençlik kollarında ter dökmüş, partiye katkıda bulunmuş? Hangisi alanlarda nöbet tutmuş? Çoğu cukkadan liseyi delerek yönetime girmiş. CHP neden yüzde 25›lerin üstüne çıkamıyor, bu kurultay sonucu ile daha iyi anlaşıldı.

Yüksek gerilim, yüksek umutsuzluk ve mutsuzluk işte bu nedenlerle bize sarıp sarmalıyor.