Bizi, Ortadoğu’nun siyasi ikliminden ve diğer İslâm ülkelerinden ayırıp öne çıkaran en önemli özelliktir laiklik. Petrol havzası üzerinde zengin yaşayan hiçbir ülkenin halkı, bizim halkımız kadar demokraside, özgürlüklerde hak sahibi olamadı. Mutlu da olamadı. Bazı ülkelerde kadınlar halâ insandan sayılmıyor. Araç kullanan kadın varsa bile yanında eşinin bulunması şart. Başlarında değişmez krallalar, şeyhler ve diktatörler var. Kimi kanlı kalkışmalarla devrildi, kimi para gücüyle ayakta. Türkiye, garipsenen bazı uygulamalara rağmen halâ modern bir devlet. En azından, elimizde “seçim” diye bir argümanımız var. Elimizden alınmazsa, başımızdakileri değiştirme yetkimiz ve hakkımız var. Biz, laikliğin değerini bilemedik. Daha doğrusu bünyemize uyduramadık. Oğlunun yemin törenine gelen anayı sırf böylesine bir laiklik anlayışı adına kışlanın dışında beklettik. Allah diyeni “mürteci” saymak gibi tuhaflıklara sarılan yöneticilerimiz, sözde aydınlarımız oldu. Kamu kurumlarının bodrum katlarına yapılan ibadethaneleri bile eleştirdik.  Öte yandan, bunun zıddı uygulamalar da oldu. Meselâ Alevileri, onların inancını görmezden geldik. “Size ne? İnanç, Allah ile kul arasında”  diyemedik. İçki içene “bize ne, keyif de senin, sağlık da” deme olgunluğunu gösteremedik. Hatta, onları “tasnif dışı” ilan edenlerimiz oldu. Şimdi, ifrat ve tefritlerle uğraşıyoruz. Kısaca; laikliği biz, elbirliği ile hançerledik. Şimdi, polis kızımızın şapkasının altında, yargıcımızın, doktorumuzun başında siyah örtüyü görünce “ne oluyor, nereye gidiyoruz?” diye soranlarımız var. “Hiçbir yere. Doğubayazıt’tan çıktık, az öteye” diyesi geliyor insanın. İşi bu hale elbirliği ile biz getirdik, şimdi başında ağlaşıyoruz. “Laiklik elden gidiyor” diye. Yıllar önce, devrin Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı Kâzım Oksay, bir müftülük binası açılışında: ‘Türkiye, masum inançların sanık sandalyesine oturtulduğu, insanların baskı altında tutulduğu bir ülke olmayacaktır.” Dediğinde kıyamet kopmuştu. Önce, devrin muktediri merhum Kenan Evren. benim de kendisiyle çalışmaktan onur duyduğum bu bakanımıza Milli Savunma Bakanlığı’na vekâlet etmeyi bile çok görmüş, uzun süre onaylamamıştı. Oysa kendisi meydanlarda merkez vaizi gibi nutuklar irat ediyordu. Ha bire imam hatipler açıyordu. Bir defasında sözü baş örtüsüne getirerek “o zamanlar kuaför olmadığı için, kadınlar başlarını örtüyorlardı” gibi bilimsel (!) bir tespitte de bulunmuştu. Aynı müftülük açılışına dönemin TÜSİAD Başkanı, merhum sanayicimiz Sakıp Sabancı da katılarak bir konuşma yapmıştı: “Anamı tedaviye İngiltere’ye götürdüm. İtalyan hastanesinde bir kalbi tedavi ediyorlar. Kalp tedavi edilirken ben de ilgileniyorum. Neler yapıyorlar diye bakıyorum. Ne beklersiniz? Hemşire odaları  nerede olacak, ameliyat odaları nasıl olacak, araç gereç nereye konulacak, yemekler nerede pişirilecek, aş nerede dağıtılacak. Hayır arkadaşlarım, hayır. Bunlar öncelikli değildir. Evvel bunları düşünmemişlerdir. Hastane olmasına rağmen, bundan evvel bunların hepsini taçlandıracak, bunların hepsini güzelleştirecek olan, onun  içinde kilisenin nerede olacağını düşünmüşlerdir. O kadar dinlerine sahiptirler.” “Kızımı Londra’da bir okula götürdüm. Okulda yatacağı yer, kalacağı yer, yemek yiyeceği yer, tefrişat filandan evvel, dini vecibeleri düşünüldü.  Müslüman olduğuna göre burada bir problem var dediler. Ne problemi var? Müslüman’a göre düzenlenmiş bir mescidimiz yok.  Bizim sadece kilisemiz var dediler. Bakınız, mektep suallere başlarken en evvel çocuğun dini vecibelerini nasıl yapacağından başladılar.” İşte, bu da laiklik. Soru şu: Hangi laiklik? Ve biz hangi laikliğin başında ağlaşıyoruz?