Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden Öğretim Üyesi Dr. Tayfun Haykır’ın doktora çalışması olan “Türk Romanında Basın Hayatı 1872-1940” isimli kitabı bastı. Dr. Haykır ile yaptığımız röportajın ikinci kısmında, söz konusu yıllarda basının ve gazetecilerin konumu, sansür, kalem sahiplerinin yaşamları gibi dönemin romanlarına yansıyan bilgileri dinlemeye devam ediyoruz. Haykır, günümüz ile o dönemin basın hayatını da değerlendirerek, eskiden gazetecilerin çok daha itibarlı bir konumda olduğuna dikkat çekiyor
SULTAN YAVUZ/ANKARA Gazeteciler Cemiyeti tarafından basılan “Türk Romanında Basın Hayatı 1872-1940” isimli kitabın yazarı Akademsiyen Dr. Öğr. Üyesi Tayfun Haykır ile röportajımız devam ediyor. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bBölümünde öğretim üyesi olan Haykır, yüksek lisans tezinde bir nevi nüvelerini oluşturduğu akademik çalışmayı, doktora tezinde genişleterek meraklıları için geniş bir kaynak kitaba imza atmış. Haykır, çalışmasının birinci bölümünde kalem sahiplerini anlatırken sadece dönemin gazetecilerinin değil, kalemiyle hayat bulan herkesin aile hayatlarını, ebeveyn ilişkilerini, eğitim durumlarını ele almış. Çoğunun erken yaşta ebeveynlerini kaybettiklerini ve idealist bir gazeteci olma tutkusuyla mutlu bir evliliği sürdürmenin zorluğunu yaşadıklarını ve bu nedenle çoğunun bekâr olduğunu ifade eden Haykır, süreç içinde değişen ve değişmeyen durumları anlatıyor. -Çalışmanıza konu olan 1872 ile 1940 arası tarihlerde basın açısından ne tür değişimler yaşanmış? Romanlara bu anlamda neler yansımış? Dr. Tayfun Haykır: Çok şeyin değişmediğini söyleyebilirim aslında… Özellikle romanlara yansııdığı kadarıyla söylenebilir ki matbuatın siyasallaşması giderek artmış, mebus mensupları gazete sahipleri olmuş ve menfaatler belirleyicilik kazanmış. Sahadaki gazetecinin de, yazıp çizenin de sosyal statülerinin, ekonomik durumlarının iyileştiğini söyleyemeyiz. -Günümüzle kıyasladığınızda, geçmişte kalem erbabı ve gazetecilerin itibarı nasıldı? Haykır: Okurlar, gazetecilere güveniyorlar ama adi yani günlük vakalara dair yazdıklarında, gazetecilerin meseleyi çarpıttıklarını da belirtiyorlar. Fakat bilgi alacak başka kaynak yok, herhangi bir siyasi, savaş meselesi, ekeonomik durum gündeme gelince, halk gazete matbaasına bilgi almak için müracaat ediyor. Hatta gazete idarehaneleri bazen o kadar dolu oluyor ki, gazetecilere çalışacak alan kalmıyor. Mesela ‘Hüküm Gecesi’ adlı romanda, Başyazar Ahmet Kerim idarehaneye tek kişinin girebileceği gizli bir oda yaptırıp, böyle durumlarda oraya girip çalıştığını anlatıyor. Gazetecinin sözü muteber olması romana yansıyor, özellikle fikir gazeteciliği bağlamında mesleğe itimat var. [caption id="attachment_204694" align="alignleft" width="700"] Öğretim Üyesi Dr. Tayfun Haykır[/caption] “Türkçe hassasiyeti taşımak hepsinde belirgin bir özellik, bir tavır” -Kalem erbabının belirleyici özellikleri nelermiş? Haykır: Giyim kuşamlarına çok dikkat ediyorlar, hatta ekonomik durumları kötü olduğu için yeni bir takım elbise diktiremeyip, sarkan diz yerini saklamaktan yorulan kişi çok… Sigara gibi zararlı alışkanlıklar çoğunda var, bohem hayatı tercih edenler de var ve çoğu mutlaka sanatın bir dalıyla ilgilenmiş. Çalışmada gazetecilerin meslek özelliklerine ilişkin 25 özellik sıraladık. Mesela kısa sürede karşısındaki ile samimi olmak, gazetenin okurluğunu arttırmaya çalışmak, stratejik düşünmek gibi birçok özellikleri var. Bunların yanında, iyi yazar ve okur olmak, Türkçe hassasiyeti taşımak hepsinde belirgin, dilde sadeleşme meselesine kafa yoruyorlar. Türkçeyle büyük eserler verme arzuları var ve bu da aydınların Fransa’yı gördükten sonra etkilenmeleriyle paralel bir düşünce kanımca. Beni şaşırtanlardan biri de, Millî Mücadele’ye karşıtlığıyla bilinen netiede ‘hain’ olarak tarite yerini alan ama önceleri matbuat içinde hayli yükselen Ali Kemal dâhi bu meseleyi, Türkçeye dair hassasiyetleri düşünmüş. ‘Fetret’ isimli bir romanı var, İngiliz eşinden olan oğlu Will Fred’ten esinlenerek bu adı vermis romanına. İdeal bir gençlik tasarlıyor, tıpkı Mehmet Akif Ersoy’un ‘Asım’ın Nesli’, Necip Fazıl’ın oğlu Mehmet’i gündeme alması ya da Tevfik Fikret’in ‘Haluk’un Defteri’ ile yaratmaya çalıştığı ideal gençlik gibi… -Tüm kalem erbabını çalışmanıza dâhil ettiniz. Sadece gazeteciler değil, matbaa çalışanlarına kadar… Dikkatinizi en çok ne çekti? Haykır: Kitabın ikinci bölümde “basın/basım dünyası ve buradaki yaşam” ele alınıyor; gazete sahibinden muhbire, başyazardan makiniste, idari müdürden ressamına kadar herkes var. Benim dikkatimi en çeken çinkograflar oldu. O dönem her şey kurşundan harfleri kumpas denilen satıhın üstüne dizmek şeklinde yapılıyor. Dizgiciler, bu sert madeni kullanıyor ama bir de görsel malzeme meselesi var. O dönemde bir süreli yayının resimli olması çok önemli, buna ‘musavver mecmua’ deniliyor ve bunun için kurşuna göre daha rahat işlenebilen çinkoyla çalışılıyor. Gazetenin çinkografı, resmi ince ince çinko kalıbın üzerine çiziyor, kabartmalarla işliyor ve görsel malzemeler ancak bu şekile basılıyor. Burada eğlenceli bir bilgi var, mesela hırsızlık vakasında, hırsızın tipini tarif ettiriyorlar, pala bıyıklı, kasketli deniyorsa, ona benzeyen bir kimsenin resmini koyuyorlar. Genelde adli vakalarda bir resim, birden fazla kullanılıyor, imkânlar kısıtlı çünkü… -Çalışma şekillerine ilişkin bilgiler de yer alıyor mu? Haykır: Ortak yazı yazma odaları da var ama herkes evde, toplu taşımada, kahvede yazıyor yazı yetiştirmek için. Mesela Ahmet Mithat, sürekli vapurda yazdığı için kaptan ona yazı yazması için boş bir oda tahsis ediyor, bu bilgiyi Mithat Efendi romanına da taşıyor. Haber toplama teknikleri, röportajlar, gelen mektuplar… Mesela uluslararası bir gemi limana yanaştığında, gazeteciler limana giderek, ellerinde kalem ve kâğıtla gelen yolculardan o ülkeye ilişkin havadis topluyor. “Sansür işini yapanlara sansör deniyor” -Yani, aslında gazeteciler bu çalışmada mesleklerinin tarihini bulacaklar… Haykır: Evet ama dediğim gibi bunu matbuat tarihi üzerinden değil, bu hassasiyeti ruhunun en derininde hisseden pek çok Türk aydını romancı kimliği üzerinden araştırdık. Mesela gazetecilerin ve kalem sahiplerinin mesleki hak ve güvenceleri dram içeriyor. Patronun keyfiliği, üretemeyenin unutulması, maaşını alamamak, sık sık iş yeri değiştirmek, izin hakkını alamamak ama bunlara karşın birbirine vefa göstermeleri etkileyicidir. Kitabın üçüncü bölümünde de tüm toplumsal ilişkilere bakmaya çalıştık. Gazete ve günlük hayat ilişkisi, yayınların amacı gibi… Kitle iletişim aracının en güçlüsü gazeteler olmuş o dönemde. İçerik açısından da bugünkülerden farklı. Basın dünyasına yansıyan hürriyet, meşrutiyete özlem, yabancı basının Osmanlı’ya ilişkin yazdıklarının romanlara yansıdığını görüyoruz. Mahalli basını, basının kamuoyu etkisi, itibar propagandası rolü gibi meselelere de dikkat çekilmiş. Özellikle Halide Edip Adıvar’ın romanlarında çok karşılaşırız. Yazarın toplumsal statüsü güçlü, itibarlı bir meslek olarak görülüyor genelde. Fakat basın ve edebiyatta rüşvet konusunu genelde sus payı olarak ya da mübah görenler var, dolaylı rüşvet mevcut. Kalem sahiplerine uygulanan baskılar, sansür konusunda özellikle II. Abdülhamit zamanında, burun ve yıldız kelimelerinin sansürlenmesi meselesi var. Sansür işini yapanlara sansör deniyor ve onların da tutarsızlıkları bulunuyor, bir gün sansür koyduğuna, daha sonra koymayabiliyor. Bunların yanında, kalemin satın alınması, sürgün edilme ve cezalar tabii ki… -Ceza ve sürgüne örnek verir misiniz? Haykır: O dönem Ali Kemal gazetecilik yapıyor, Peyam-ı Sabah gazetesinin başyazarı ve çok sivri dilli… Cemal Paşa ise İttihat ve Terakki’nin üst düzey yöneticilerinden aynı zamanda İstanbul Merkez Kumandan. Cemal Paşa, sıkılıyor Ali Kemal’in bu faaliyetlerinden ve tutuklamak istemediği için, ‘Sana maaş bağlayıp Avrupa’ya yollayacağım’ diyor. Ali Kemal de maaşta anlaşıp gidiyor gerçekten. ‘Jönler Mısır’da’ romanında geçiyor bu hadise… Sürgüne gönderilen yazarlar yurda döndüklerinde itibarla karşılanıyorlar, bunu da unutmamak lazım. -Kaç gazeteci öldürülmüş? Haykır: İlk gazeteci cinayeti 1909’da Hasan Fehmi’nin öldürülmesi hadisesi. Ahmet Samim ve Zeki Bey de daha sonra... Dört- beş civarı diyebiliriz bu dönem için ama ilginçtir, Sultan Abdülhamit döneminde bile gazeteci öldürülmemişken, hürriyeti getiren İttihat ve Terakki hükümeti zamanında ilk gazeteci cinayetleri işleniyor. -Kadın gazeteci ya da romancılar hakkında ne söyleyebilirsiniz? Haykır: Var ama çok az… Zaten kadına yer açma meselesi çok gündeme getirilmiş, hatta kadınları cesaretlendirmek için kadın imzasıyla gazeteye yazı gönderen erkeler de bulunuyor. Dünya görüşlerini kadın olmaktan kaynaklı yaşadıkları zorluklar ve konumları nedeniyle ifade edemedikleri de yansımış. “Bir masaya sahip olmak için para biriktirenler, maroken bir koltuğum olsa diye hayâl kuranlar…” -Dördüncü ksımda neler yer alıyor? Haykır: Ayrıntılı bilgiler var, neredeyse arkeolojik çalışmayla ulaşılabilecek ehline hitap eden bilgiler… Şahsi kütüphane ve yazı masası mesela. Bir masaya sahip olmak için para biriktirenler, maroken bir koltuğum olsa diye hayâl kuranlar… Öte yandan aralarındaki görüş ayrılıkları, gazetenin arşiv tutma çabası, Meşveret gazetesi… Mesela ihtilalcilerin cebinde taşıdığı, sultanın müsaade etmediği, silah taşımaktan bile daha tehlikeli görülen, üstünde yakalansa sürgün sebebi sayılacak bir gazete Meşveret, ki bunu cebinde taşıyanlar gurur duyuyor. Evrak-ı muzırra taşıyanların gördükleri bu zulüm, Üç İstanbul romanındaki Adnan karakterinde çok iyi anlatılıyor. O günlerin magazin gazeteciliği, intihal meselesi, süreli yayınların belge niteliği taşıması da, ayrı başlıklar içinde ele aldığımız konulardan bazıları… En önemli bölümlerden biri de bu romanların kişi kadrosunda çok sayıda otantik kişi mevcut. 62 gerçek kişi roman kişisi olarak romana dâhil edilmiş. Abdurrahman Süreyya Efendi, Ahmet Haşim, Abdülhak Hamit Tarhan, Ahmet Mithat Efendi, Cenap Şahabeddin, Faruk Nafiz Çamlıbel, Hamdullah Suphi gibi pek çok kişi kurgusal kişi olarak dâhil ediliyor. İsmi farklılaştırarak dâhil edenler de var. Bunun yanında, bir romanın kurgusal kişisi başka bir romana dâhil ediliyor. Postmodernizmin ilk adımları diyebiliriz, metinelerarasılık ilişkiler bağlamında değerlendiriliyor. Bizden sonraki araştırmacılara imkân sunmak için romanlarda adı geçen süreli yayınların hepsini sıraladık ve mesela “Meşveret gazetesi kaç romanda geçiyor? Hangisinde olumlu yanları, hangisinde olumsuz yanları anlatılıyor?” gibi sorularla onlara yapacakları akademik çalışmalarda yardımcı olmayı amaçladık. Sadece basın tarihinde gerçek olanlar değil, kurmaca olanlar da var, ayrıca incelenen romanların yazar ve yayın yılına göre sıralayarak kapsamlı bir dizin oluşturduk. Şahıs adlarının yanında, yer adı ve terimleri de ekledik bu dizine. Böylece araştırmacı ilgilendiği sözcüğü çok rahat bir şekilde bulabilecek. -Çalışmada sizi en çok ne zorladı? Haykır: Çalışmaya konu olan 90 romanın yarısı eski harfliydi, mesela Mehmet Rauf’un ‘Son Yıldız’ kitabı 632 sayfa ve Arap harflerinden oluşuyordu, o dönemde çevirisi yapılmamıştı. Eski harfleri okumakta bir sıkıntım yok, o dönemin roman kataloğu da var ama hangisinin basın hayatına ilişkin bilgi verdiğini ayırmak zordu, yüzlerce roman var sonuçta ve hepsini okumak lazımdı. Hâliyle ben de öyle yaptım ve ilgili olanların fişlerini aldım. Alanımızda yapılan doktora tezleri bu anlamda işimize yaradı, özellikle yapı-tema çalışmalarından çok faydalandım, onlara baktık. Akademide bu mesafenin kat edilmesinden memnuniyet duyuyorum. Bir de bu romanlara ulaşmak 10 yıl önce zor olurdu ama artık dijital imkânlar işimizi kolaylaştırdı. Özellikle iki ismi anmak isterim; Türk kültür tarihi hayatının önemli şahsıyetlerinden Hakkı Tarık Us… Özellikle Osmanlıca süreli yayınların şahsi koleksiyonunu oluşturmuş, o olmasaydı basın tarihine ilişkin çalışma yapılamazdı Türkiye’de. Bugün Beyazıt Devlet Kütüphnesi ve Tokyo Üniversitesi ortaklığıyla bu koleksiyon dijitalleştirildi. 2007 yılında yüksek lisans tezimi yazarken ancak parayla alabiliyorduk materyalleri, o bile binbir nazla, niyazla… Bugün çok rahat erişebiliyoruz, hem de bilgisayar başından, hem de bedava... Devletimizin bu imkânları sağlaması gurur verici. Bir diğer isim de Seyfettin Özege, hayatını kitaplara vakfetmiş, eski harfli ne kadar matbu kitap varsa hepsini toplamaya çalışmış ve bunların kataloğunu oluştutup, o dönemde yeni kurulan Atatürk Üniversitesine bağışlamış. İstanbul nere, Erzurum nere, dememiş… Onlar da pdf haline aktardılar kitapları. Bu isimlerin yanında, elbette Millî Kütüphane de kurtarıcım oldu. İstanbul Büyükşehir Kütüpahenesi de Atatürk Kitaplığı’ndaki yüzlerde eski harfli metni sisteme yükleyerek, büyük hizmet veriyor, yöneticilerin hepsine ve teknik elemanlara şükranlarımı sunuyorum.
Editör: TE Bilisim