Yusuf KANLI Bu günlerde, her nedense, karşılaştığım Kıbrıs sorunuyla bir şekilde ilgilenen herkesin sorusu neredeyse aynı: Kıbrıs’ta neler oluyor? Sorunun içerisinde endişe, ümit, beklenti ve oldukça korku var. Girit’te Yunanistan, Mısır ve Kıbrıs (Rum) liderleri Akdeniz paylaşım zirvesi yapmış, parsellemişler Akdeniz’i keyiflerine göre, hapsetmişler Türkiye’yi Anadolu’ya. Hani yakışık olmayacak ama, görünen belli, Türkiye’ye karşı şer cephesi güçlendirilmiş. Ankara ne yapıyor? Dışişleri Bakanlığı sözcüsü sert yazılı açıklamayla Türkiye’nin haklarını koruma kararlılığını yineliyor. Bu arada bazı yayın organlarında devletin hangi kademesinden üflenmişse, Akdeniz’deki haklardan, bu kış sondaj yapılacağından, sadece araştırma değil, sondaj kapasitesinin de nasıl güçlendiğinden bahseden makaleler, resimli koca haberler yayınlanıyor. Türkiye’nin “proaktif” olma adına hesapsız hata yapma lüksü yok ancak gelişmeleri takip etmek yerine arada bir ön almak da gerekmiyor mu? Türkiye’nin Akdeniz’deki ekonomik çıkar alanlarının BM’de kayıtlı olması bir avantaj olsa da bu durumun resmen ilan edilmesi şer cephesinin “Anadolu’yu hapsetme” teşebbüslerini engellemek için anlamlı ve gerekli olduğu yadsınabilir mi? Hükümeti mutlu etme amaçlı yayınlarla uğraşmada büyük ilerleme kaydeden ve maalesef bu arada gerçekle ilişkisini kaybeden medyamız “flaş” gelişmelere odaklansa da, ihtiyaç uzun vadeli politikalar geliştirebilmekte, politika kararları alabilmekte. Rum basınında son günlerde gördüğümüz ve maalesef gerek Türkiye gerekse de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde gerekli yankıyı bulamayan ifşaatlar, Kıbrıs sorununda ok önemli bir aşamaya gelindiğini göstermektedir. Bu gelinen aşamayı bilen/bilmeyen, bir şekilde endişe veya beklenti içerisine giren Kıbrıs gelişmeleriyle alakalı kişi ve kurumlar ne kadar hayati bir noktaya geldiğimizi belki de fark edememektedirler. Hani geçen yaz fiyaskoyla sonuçlanan İsviçre görüşmeler sonrasında yazmıştık ya, Kıbrıs’ta federasyon kurulması umutları öldü ve gömüldü. Bence zaten hiç öyle bir umut yoktu ama nedense 1977’den bu yana federasyon diyerek, ne olduğu tanımlanmayan, tarafların kendine göre anlamlandırdığı ve esasında ikisinin de istemediği bir çözüm şekli için yıllar harcandı. Rum kesiminde yayınlanan ifşaatlar Crans Montana görüşmelerinden bile önce ve o anda da, son New York temaslarında da Rum tarafının federasyon dışında, gevşek federasyon, konfederasyon ve hatta iki devletli çözüm gibi değişik olasılıkları düşünmeye başladığını öğreniyoruz. Hem genel sekreter ve diğer önemli uluslararası aktörlerle hem de kendi aralarında ve hatta KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile bu federasyon harici çözüm imkanlarının görüşülmesi önemli değil midir? Peki Rum kesimi bu kadar düşünsel adım atmış iken, daha Crans Montana ertesinde kendi nesillerinin çözüm fırsatını kaçırdığını, federasyonun mümkün olamadığını, Rumların istemediği için gerçekleşemeyeceğini ilan eden Akıncı, niye hala daha patinaj yapmakta, ille de federasyon diye diretmektedir? Kimse Cumhurbaşkanı Akıncı’yı bir kenara itemez. Ama, görüşmecilik de sayın Akıncı’nın babasından miras kalmadı, tıpkı rahmetli Kurucu Cumhurbaşkanımızı olduğu gibi onu da KKTC meclisi görüşmecilik görevi ile yetkilendirdi. Diğer bir deyişle görüşmecilik seçimle kazanılan bir statü değil, meclisin görevlendirmesidir. Daha dün Denktaş için “Barra” diye slogan atıp, görevi meclise iade etmesini isteyenler – ki Annan görüşmelerinin son aşamasında dönemin başbakanı ve yardımcısı yetkilendirilmişlerdi – bugün ısrarla Akıncı’nın kenara itildiğinden bahsetmekte, Türkiye’yi uygunsuz davranmakla suçlamaktadırlar. Zaman değişmiş ve toplumsal tercihler daha da şeffaflaşmıştır. Artık federasyon ile zaman kaybetmek yerine, yeni uzun vadeli planları, politika kararlarını üretmek gerekmektedir. Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum solunun etnik kökenleri dışlayarak, Kıbrıslılık temelinde yeni bir ulus yaratarak çözüm sağlama hayalleri duvara toslamıştır. Gelinen noktada tarihi fırsatı görüp iyi değerlendirmek lazımdır. Kıbrıs’ta halkın ezici bir çoğunluğunun siyasi tercihlerinin bugün iktidarda olduğunu iddia etmek çok komik olacaktır. Dörtlü koalisyon, yapısı gereği, uzlaşı içerisinde günlük sorunların bile üstesinden gelemez iken, ulusal davaya katkı koyması mümkün değildir. Nitekim, hükümetin başarısızlıkları Türkiye düşmanlığını körüklemekte, bazı haddini aşan beyanlarla sol siyaset ve sendikalar ile bir gazete de bu olumsuz gelişmelere çanak tutmaktadırlar. Kıbrıs davası ile Ulusal Birlik Partisi (UBP) arasında, UBP’nin tarihinden kaynaklanan doğrudan bir ilişki vardır. Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) tabii ki UBP değildi ama UBP kurucuları ve kurucu felsefesi ile TMT liderliği ve felsefesinin tam bir örtüşme içerisinde olduklarını, UBP’nin adeta TMT’nin siyasi yüzü olduğunu söylemek herhalde abartı olmaz. Tıpkı Demokratik Hareket Partisi (Disi) ile Kıbrıslı Rumların “Milli Mücadele Örgütü” EOKA arasındaki ilişki gibi. En önemli fark, bu arada, TMT ve UBP ayrılıkçı değil, direniş temelli yapılanmalar olduğu halde EOKA ve Disi hedef olarak Enosisi (yani Yunanistan’a ilhakı) askeri ve siyasi hedef olarak belirlemişlerdi. Bu ay UBP bir kez daha çok önemli bir dönemece gelecektir. UBP Kıbrıs Türk halkının geleceğini belirlemede önemli bir rol oynama imkanına kavuşabileceği önemli bir kavşaktan geçecek ve dört adaylı bir yarışla yeni liderini belirleyecektir. Oy verecek UBP tabanına nasıl oy vermesini söylemek tabii ki niyetimiz de olamaz. Ancak, konuştuğum tüm önemli UBP’li veya UBP’li olmayan önde gelen yazar, çizer ve siyasetçilerin ortak görüşü yarışı açık ara Ersin Tatar’ın önde götürdüğü. Birikimi ve gerek siyasette gerekse iş dünyasında şimdiye kadar sergilediği performansın yanı sıra temiz geçmişi ile Tatar’ın arzulanan UBP-HP koalisyonunu mümkün kılacak, milli davayı bir ileri aşamaya taşıyacak siyasi kadroları göreve getirecek bir iktidarı ortaya çıkaracak umudu yaygın. Açık söylemek lazım, bu kurultay aslında UBP’ye genel başkan değil, aynı zamanda başbakan ve hatta adadaki çözümün de belirleyicisi olacak. UBP üyeleri sandığa giderken bunu görüp değerlendirmeli, patilerinin tarihi misyonunu, ulusal davayı ve yarın ne istediklerini dikkate alarak oy kullanmalı. Bugünü kurtaracak veya bol keseden vaat edilen kişisel ikbal imkanlarını bir kenara itip, dava ve ulusal gelecek düşünülmeli. Gün hesap günü.