Utku ŞENSOY Son yılların en karanlık, en acı Şubat ayını geride bıraktık. Suriye’de bu kısacık ayda 54 vatan evladını şehit verdik. İdlib’de rejim güçlerinin yüreklerimizi burkan, 27 Şubat hava saldırısında 34 yiğidimizi yitirmemizin ardından Türkiye, Bahar Kalkanı Harekatı’nı başlatmıştı. Aslında Türkiye’nin bölgede kontrolü ele geçirmesine, söz sahibi olmasına Washington’un da, Moskova’nın da tahammülü olmadığını biliyoruz. İşte böylesine gergin bir ortamda gerçekleşti Moskova ziyareti. Saatler süren toplantının ardından taraflar ortak ateşkes mutabakatı üzerinde anlaştı. Güvenli koridor tesisi ve denetim ve işleyiş esaslarını içeren görüşmeler ise bu hafta içinde sonuçlanacak. Mutabakat uyarınca, TSK’nin Serakib’in, M4 karayolunun kuzeyine çekilip, bu hattın denetimini orta vadede rejim güçlerinin denetimine terkedileceği anlaşılıyor. Mutabakatta taraflar, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan tüm grupların ortadan kaldırılması ve askeri çözüm yerine, Güvenlik Konseyi›nin 2254 sayılı kararıyla uyumlu siyasi sürece geçilmesi yönünde kararlılık vurgusu yaptılar. Uygulama sürecine geçilince, mutabakata ilişkin kamuoyunda olumlu-olumsuz görüş ve tartışmaların yaşanması çok doğaldır. Ancak burada önemli olan Türkiye ile Rusya’nın (arka planda Şam ve Tahran’ın) ortak bir metin üzerinde uzlaşmış olmaları bölge istikrarı ve çatışma ortamının sona ermesi bakımından önemlidir. Astana ve Soçi süreçleri sizlere ömür, artık Moskova mutabakatı gündemde. Bedeli ağır da olsa, mutabakat ortamına ulaşmış olmamızı önemsemeliyiz. Ankara’nın kararlılığı, vesayet savaşlarına sahne olan iki başat gücün de canını hayli sıkmaya başladığı bu süreçte Ortadoğu bataklığından sıyrılmak ülkemizin istikrarı için de yaşamsaldır. Öte yandan, Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarla yıpratılan Türk Silahlı Kuvvetlerimizin, 24 Ağustos 2016’daki Fırat Kalkanı, 20 Ocak 2018’deki Zeytin Dalı ve son olarak Bahar Kalkanı harekatlarıyla hızla toparlanıp yeniden dosta güven, düşmana korku salmaya başladığına tanık olduk. Bu pencereden bakıldığında, TSK, dünya orduları içinde en hazır ve antrenmanlı güç! TSK’nın bu olağandışı hareket kabiliyeti, kıskanılmakla birlikte, uluslararası haber ve makalelerde hakkın teslim edildiğine de tanık oluyoruz. Hava Kuvvetlerimizin sınır ötesine uçuş yapmasının yasaklanması gibi çok ciddi olumsuzluğa rağmen, TSK, insansız hava araçları İHA ve SİHA’ları aktif biçimde kullanarak, geleneksel savaş anlayışının ötesine geçmeyi başarmıştır. Silahlı kuvvetlerimizin, aralarında Rus menşeili Çok Namlulu Roket atarlarının da olduğu Suriye hava savunma sistemlerini önce felç edip, ardından baskın saldırılarla etkisiz hale getirmesi, askeri literatür açısından yeni bir sayfa açmıştır. Son harekatta, elektronik destek ve elektronik taarruz sistemiyle karıştırma yapıp, düşman güçlerinin hava savunma sistemi radarlarını kör eden silahlı kuvvetlerimiz, savaş uçakları gibi ağır metallerin kullanılmadığı kompozit yapılı küçük boyutlardaki insansız hava araçlarıyla rakip cepheye sızmayı başarmıştır. Son ana kadar fark edilmeden düşman cephesine kadar sızan SİHA’lar, düşman hava savunma sistemlerini vurmayı başarmıştır. Bundan sonra, İHA ve SİHA’ların ardından, 20 metre kanat açıklığına sahip olan ve 24 saat havada kalma kapasitesine sahip hava aracı platformu, Akıncı Taarruzi İnsansız Hava Aracı, TİHA’lar sahne alacak. Türkiye bugün her ne kadar kitle imha silahları ya da kıtalararası balistik füzelerini milli imkanlarıyla yapamasa da, yenidünya düzeninde bu silahlara sahip olmadan da caydırıcı olunabileceğini gördük. Yetenekli mühendis ve gençlerimizin önleri açılıp yurtdışına gitmeleri önlenir ve yerli savunma sanayiine yatırım yapılırsa, Ortadoğu batağının yanı başındaki Türkiye caydırıcılığını sürdürecektir. Ancak yine de unutmamız gereken savaşın en son çare olduğudur. Akılcı politikalarla yürütülecek diplomatik hamleler tükenmedikçe ülkeyi savaş ve çatışma ortamına sürüklemek mantıklı değildir. Muhabirliğim döneminde, Bosna, Irak ve Afganistan’daki çatışma ortamlarına bizzat tanık oldum. Savaş ve çatışmaların insani ve ekonomik yıkımını gördükçe, hayatı cephelerde geçen Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 yılında Adana’da ordumuzun başkomutanın olarak söylediği; “zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir” sözlerinin anlamını bugün çok daha iyi anlıyoruz.