Türkiye ne çektiyse darbeler yüzünden çekti.. Ama bir türlü ders almasını bilmedik. Hâlâ da akıllanmış değiliz. Bu önemli olguya vurgu yaptıktan sonra, darbeler olayına değişik bir açıdan bakmak istiyorum. Hoş bu da aynı kapıya çıkar. Demokrasinin ve özgürlüklerin can düşmanı diyebileceğimiz darbeler eylemini, atananların seçilenlere karşı yaptığı silahlı fiili durum olarak da değerlendirebiliriz. Daha sonraki safhada, silahlı kuvvetlerin yönetime el koyması, aslında seçilenlerin zor kullanılarak görevlerinin sonlandırılması anlamına da gelebilir. Ulusal egemenlik ilkesine ve milletin üstün iradesine aykırı düşen bu güç gösterisine, Atatürk’çülüğe ters düşen bir ilkellik demek de yanlış olmaz. Tarihi ve beşeri gerçekleri bir yana iten darbe girişiminin; Atatürk ilkelerine dayandırılması, akıl ve mantıkla izahı mümkün değildir. Zira demokrasiyle darbeyi aynı kefeye koyanlara kargalar bile güler. Şu son 60 yıl içinde nasıl darbeler ülkesi olduk. Buna akıl sır erdirmek mümkün değil. Oysa Atatürk, içeride ve dışarıda barış ilkesini içeren bir Türkiye bırakmıştı. O güzelim ülkeyi bu hale getirmenin hesabını veren de olmadı. Ama 12 Eylül 1980’in hesabı soruldu. Evet, öyle zamanlar yaşadık ki, darbeyle yatar kalkar olduk. Aslında darbenin bir zaaf olduğunu hiç düşünmedik. Bu zaafın başlangıcı Osmanlı Devleti’nin kuruluş yapısında yatar. Bu yapının temeli ise; “Asker Devlet” olma özelliğine dayanır. “Her çadır reisi cengaverdir, yani cenk eridir, yani askerdir” dayatmacası “İstemezük” teranesine yol açtığı zaman, bunun getireceği faturalar hiç düşünülmedi. O “İstemezük” fobisiyle bugünlere geldik. Kabul etmeye mecburuz ki”İstemezük” masalı, darbelerin gerekçesi ve sebebi olamaz. Alt yapıdan yoksun eylemlerin sonunun diz dövmek, nedamet olduğunu hiç mi aklımıza getirmeyeceğiz: Ülkeyi bu hale getirme haddi ve hakkını kim kime verdi ki?.. Bu haddin ve tek taraflı hakkın farkında olmayanlar, darbelerle Türkiye’yi bu hale getirmenin ve naylon gerekçelerin hesabını nasıl ödeyecekler? Darbenin; demokrasi, hak ve özgürlükler üçgenini yok ettiğini, bir değerler manzumesinin kıyımı olduğunu hatırlatmaktan bıktık usandık. O aydın geçinen yarı aydınlar, ülkeyi kaosa sürüklemenin asıl suçlularıdır. Demokrasi cinayetlerinin işlendiği ve asli faillerinin Allah’ın gazabına uğradığı 27 Mayıs 1960, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbeleri, 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 fiili durumu ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimini ana hatlarıyla irdeleyelim. Önce 27 Mayıs 1960 darbesini hatırlayalım. Cumhuriyet tarihinde ilk askeri darbe olarak tanımlanan 27 Mayıs’ın çarpıcı özelliği, emir-komuta zinciri içinde yapılmamış olmasıdır. Darbeciler içinde üsteğmenden tutun, korgenerale kadar her rütbeden subay vardı. 27 Mayıs darbesinin, Demokrat Parti iktidarının ülkeyi baskı rejimine ve kardeş kavgasına sürüklediği gerekçesi ve iddiasına dayandırılmasının, ne derece haklılık taşıdığı, bugün dahi tartışma konusudur. Bu darbe; adaleti mülk olmaktan çıkaran bir başlangıcın nirengi noktası olma özelliği şeklinde de tanımlanabilir. Olay bununla da kalmıyor, 27 Mayıs, darbeler zincirinin ilk halkası olarak, siyasi tarihimizde bir utanç belgesini oluşturuyordu. Evet, 27 Mayıs 1960 “Adalet mülkün temeli” olmaktan çıkmakla kalmamış Menderes, Zorlu ve Polotkan’ın şehitlik mertebesine ulaştığı darağacının temeli haline dönüşmüştü. Burada bir vurgu yapma mecburiyetini duyuyorum. Unutmayalım; kökü 27 Mayıs 1960’a dayanan ana depremin kaynağı artçı depremler, 22 Şubat, 21 Mayıs, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 fay hatları olarak, siyasi tarihimizde her zaman tartışılabilecek bir sis perdesini oluşturdu. Yazımızın başında bir vurgu yapmış, 27 Mayıs 1960’ın emir-komuta zinciri içinde yapılmadığını özellikle belirtmiştik. Bu darbeler zincirinin önemli noktası sayılan 12 Mart 1971 muhtırasıyla, 12 Eylül 1980 darbesinin emir-komuta zinciri içinde gerçekleşmiş olmasıdır. Ama 22 Şubat ve 21 Mayıs darbe teşebbüsleri de emir-komuta zincirinden mahrum olarak dikkat çekicidir. Diyeceksiniz ki, 22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 nasıl izah edilebilir. Bu bir mantık durması değil mi? Aslında 22 Şubat da ve 21 Mayıs da bir ayaklanma girişimidir. Her iki olayın elebaşısı ise, Kurmay Albay Talat Aydemir’dir. Daha aşağı rütbelerde subayların bu teşebbüsün içinde olduklarını söyleyebiliriz. Hiyerarşik düzenden mahrum 22 Şubat ve 21 Mayıs maceralarının lideri gözüken Talat Aydemir, Binbaşı Fethi Gürcan, Albaylar Necati Ünsalan ve Selçuk Atakan, Başbakan İsmet İnönü’nün, şahsi teminatıyla affedilmelerine rağmen, ders almayarak yeltendikleri 21 Mayıs denemesinde de başarısızlığa uğruyor ve sonunda Aydemir ve Gürcan yargılanarak idam ediliyordu. Aslında 22 Şubat olsun, 21 Mayıs olsun, emir-komuta zincirinden mahrum, bir grup subay tarafından gerçekleştirilmek istenen bir darbe teşebbüsü olarak tanımlanabilir. Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir’in başını çektiği 22 Şubat, zamanın Başbakanı İsmet İnönü’nün inisiyatifi ve şahsi müdahalesiyle önlenen bir kalkışma olarak siyasi tarihimizde yer almıştır. İnönü’nün, ayaklanmaya kan dökmeden son verilmesi halinde, ceza verilmeyeceği sözü üzerine perdenin indiğini görüyoruz. Kurmay Albaylar Talat Aydemir, Dündar Seyhan, Emin Arat, Turgut Alpagut ve Binbaşı Fethi Gürcan, emekliye sevk edilecekler, ancak bu ekip yine de rahat durmayacaktı. Aydemir ve arkadaşları, 21 Mayıs 1962’de yeni bir denemeye girişecek, ancak bunda da başarılı olamayacaklardı. Yargılama sonunda da Aydemir, Osman Deniz, Erol Dinçer ve Gürcan idam cezasına mahkûm oluyor. TBMM ise Aydemir ve Gürcan haklarındaki kararı onaylıyordu. Bir diğer askeri müdahale ise, değişik karakter gösteren 12 Mart 1971 muhtırası idi. Emir-Komuta zinciri içinde Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının imzalarını taşıyan muhtıra, Demirel Hükümetinin istifasını istiyor, aksi takdirde yönetime el konulacağı uyarısı yapılıyordu. Muhtıranın, anayasa ile telifini mümkün görmeyen Demirel, hükümetin istifa mektubunu kuryeyle Çankaya Köşküne gönderiyordu. Muhtıranın gerekçesi ise, toplumsal kargaşa, kardeş kavgası, ekonomik huzursuzluk ve reformların yapılmayışı iddialarına dayandırılmıştı. CHP’den istifa ederek bağımsızlaştırılan Nihat Erim’in kurduğu hükümet, yerini başka hükümetlere terk edecek, reformlar ise yine gerçekleştirilemeyecekti. Dolayısıyla muhtıra başarısızlık girdabında kaybolup gidecekti. Özetleyecek olursak, 12 Mart muhtırası, ülke yönetimine dolaylı olarak müdahale özelliği taşıyan bir hareket, yani atananlarla seçilenlerin karşı karşıya geldiği bir eylem örneği olarak siyasi tarihimizde yerini almıştı. Bir geçmişi çeşitli yorumlara tabi tuttuktan sonra, birlikte yaşadığımız 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü, kalkışma veya Suriye’deki iç kavgayı anımsatan demokrasi dışı eylem üzerinde durmak istiyorum. Emir-Komuta zinciri dışında, “Kimin eli kimin cebinde” sorusuna çanak tutan bu hareket, askerle vatandaşı, askerle polisi karşı karşıya getirme endişesini yaratırken, halkın demokrasiye sahip çıkması; ülkeyi kardeş kavgasına götürmeyi önlemekle kalmamış, aynı zamanda siyasi partileri egemenlik ve özgürlük mücadelesinde bir araya getirmişti.. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum. Kazanan ulusal dayanışma, halkın özgürlüğü ve egemenliği olmuştur. Milli iradenin tecelligahı TBMM’ye bomba yağdıranların, kendi halkına acımasızca kurşun sıkanların arkasındaki asli ve feri failler, ileride mutlaka daha net şekilde anlaşılacak, gaflet, dalalet ve ihanet odakları kesin hatlarıyla ortaya çıkacaktır. Şu çok iyi bilinmelidir ki, hiçbir güç, Türkiye’yi bir iç savaşa sürükleyemeyecektir. Milli dayanışma, milli şuur ve milli egemenlik şu gerçeği çok açık ortaya koymuştur: Milletin imanı, Fetullah’ın imamlarının hakkından gelmiştir. Turgut Yılmaz Güven