Utku ŞENSOY ATATÜRK VE DOĞA SEVGİSİ… Ulu önder Atatürk, çevreciydi, içinde sonsuz bir doğa, ağaç ve orman sevgisi vardı.  Çankaya köşkünden Meclis binasına giderken o yılların Ankara’sında bir tek iğde ağacı vardır. Mustafa Kemal, her gün ağacın önünden geçerken arabayı yavaşlatıp ağaca bakardı. Bir gün; “BAKIN BU BENİM…” derken, o ağacın yerinde olmadığını görür. Büyük bir telaşla otomobili durdurup iner. Buradaki işçilere; “NE OLDU BURADAKİ AĞACA” diye sorar. ‘Efendim, yolu genişletmek için ağacı kestik’ cevabını alınca arabasına dönen Mustafa Kemal’in gözleri yaşarır ve “BUNUN BAŞKA YOLU YOK MUYDU”?diye hayıflanır. Yıl 1930. Atatürk Yalova Köşkü’ ne doğru çıkmakta. Bir de bakar bir bahçıvan koca bir çınar ağacını kesmek üzeredir.“SEN HAYATINDA HİÇ BÖYLE BİR AĞAÇ YETİŞDİRDİNMİ Kİ? KESMEYE MUKTEDİR GÖRÜYORSUN KENDİNİ?”der. Bahçıvan derki; “paşam çınar ağacının kökleri köşkün temelini kaldırdı, dalları da köşkün pencerelerine müdahale ediyor. Ya köşkü kaybedeceğiz ya ağacı keseceğiz. Onun için de kusura bakmayın ama biz ağacı kesiyoruz”. Atatürk bir an düşünür; “HAYIR GEREKİRSE KÖŞKÜ AĞAÇTAN UZAKLAŞTIRIRIZ”der. Ne demek köşkü tutup da ağaçtan uzaklaştırmak? Mühendis değil, mimar değil, ziraatçı değil ama Atatürk ne yapar biliyor musunuz? İstanbul’dan köprü altındaki tramvay raylarını Yalova’ya taşıtır. Köşkü hiç yıkmadan olduğu gibi tutarak kendisi de çalışmalara bizzat katılarak, köşkün altına tramvay raylarını döşetir ve köşkün ağaçtan 4 metre 80 santim ileri taşınmasını sağlar. Böylece Atatürk Cumhuriyetimiz gibi hala ayakta durmakta olan çınar ağacının kurtuluşunu sağlar. ATATÜRK VE HAYVAN SEVGİSİ… Mustafa Kemal’in 1. Dünya Savaşı yıllarında doğu cephesinde savaşırken ‘‘Alp’’ adında bir köpeğinin olduğu ve bu köpeğin onun yatak odasının kapısında beklediği ve Atatürk’ün izni olmadan hiç kimseyi içeri bırakmadığı anlatılır. Ulusal kurtuluş savaşımız sırasında ele geçirilen Yunan komutanlarından birisinin köpeği olan ‘‘Alber’’ adında bir köpeği daha vardır. Beyaz-sarı renklerde bir av köpeği olan Alber’i çok seven Atatürk’ün, onun ölümünden derin üzüntü duyduğu ifade edilir. Mustafa Kemal›in yaşamında en önemli hayvan, hiç şüphesiz ‘‘Foks’’ adındaki köpeğidir. Seyyar fotoğrafçılık yapan Hasan Efendi adındaki birisinden 50 lira gibi abartılı ve yüksek fiyata satın aldığı Foksaslında bir sokak köpeğidir. Foks, Atatürk’ün en sevdiği hayvan olarak Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde her zaman el üzerinde tutulmuş, ona her zaman büyük özen gösterilmiştir. Atatürk nerede foks orada. Atatürk'ün yatak odasında,  karyolasının ayakucunda kendisi için özel olarak diktirilen bir minderde yaşar, en önemli görüşmelerinde bile onun yanında olurmuş. Atatürk'ün Foks›a düşkünlüğünü bilen bazı kimseler, sofrada çok zaman onun bahsini açarlar, sadakatinden, büyüklüğünden dem vurup neslini üreterek memlekete yaymayı teklif ederlerdi. Hatta bazı dalkavuklar, Foks'un asil kandan geldiğini söyleyip “Köpek değil, adeta insan. İnsandan da akıllı” derlerdi. Atatürk, Foks'un ne yiyip ne içtiğinden, ne zaman çiftleşeceğine kadar hemen her şeyiyle yakından ilgilenirdi. Ama bir gün köşke ikinci bir köpek gelmesini kıskanan Foks ile yolları ayrlır. Kendisini kucağına almak isteyen Atatürk’ün elini ısırır. Yaşamı boyunca hayvanların öldürülmesine karşı çıkan, başıboş kedi ve köpeklerin hayvan sever derneği aracılığıyla sahip edinmelerini sağlayan Gazi, Foks'un davranışına hiç sinirlenmemiş, eli pansuman edilirken şöyle demiştir: “FENALIK YAPMAK İÇİN ISIRMADI’’. Ancak yakınları “sahibini ısıran köpekten hayır gelmez” diyerek ilaçla uyutulması için Atatürk’e ısrar ederler. İzin verdi mi vermedi mi bilinmez ama Foks o günlerde öldürülür.Foks'un ölümü Atatürk'ü adeta yıkar. Günlerce yüzü gülmez olur. Bu arada Atatürk Orman Çiftliği›nin veterinerleri Foks'un ölüsünü gömmezler. Herhalde Atatürk'ün köpeği olduğu için içini doldurarak bir vitrine yerleştirirler. Amaçları Atatürk'e bir sürpriz yapmaktır. Bir gün Atatürk'ün yolu çiftliğe düştüğünde Foks' un doldurulmuş bedeni ve donuk gözleriyle karşılaşınca donakalır. Gazi, gördüğü manzara karşısında çok ıstırap çekmiştir. Bir ara öfkelenir gibi olur, ama veterinerlerin şaşkın bakışları arasında çiftliği terk eder. Foks'un doldurulmuş cansız bedeni, ertesi gün hemen kaldırılır. Fox, Anıtkabir'de Genel Kurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen ve 26 Ağustos 2002›de Cumhurbaşkanı Sezer tarafından açılan Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi›nde sergilenmektedir. ATATÜRK VE SANAT… Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Tiyatro, opera, bale ve senfoni orkestrasının temelini atan Mustafa Kemal Atatürk; “SANATSIZ KALAN BİR MİLLETİN HAYAT DAMARLARINDAN BİRİ KOPMUŞ DEMEKTİR”demiştir. Türkiye, ilk resim galerisine 20 Eylül 1937 de Atatürk’ün eliyle açıldıktan sonra sahip oldu. Atatürk’ün sanata ve sanatçıya bakışını kendi sözlerinden dinleyelim: “HEPİNİZ MİLLETVEKİLİ OLABİLİRSİNİZ, BAKAN OLABİLİRSİNİZ, HATTA CUMHURBAŞKANI OLABİLİRSİNİZ. FAKAT SANATKAR OLAMAZSINIZ”.(1930) “BİR MİLLET SANATTAN VE SANATKARDAN MAHRUMSA, TAM BİR HAYATA SAHİP OLAMAZ. BÖYLE BİR MİLLET BİR AYAĞI TOPAL, BİR KOLU ÇOLAK, SAKAT VE ALİL BİR KİMSE GİBİDİR”. “DÜNYADA MEDENİ OLMAK, İLERLEMEK VE OLGUNLAŞMAK İSTEYEN HERHANGİ BİR MİLLET MUTLAKA HEYKEL YAPACAK VE HEYKELTIRAŞ YETİŞTİRECEKTİR”. ATATÜRK VE POZİTİF BİLİMLER… Atatürk’ün Yazdığı Geometri Kitabı (1937) Atatürk, Pozitif bilimlere büyük önem atfetmiştir. Oysa Osmanlı’dan tarım devriminde kalmış, sanayi devrimini gerçekleştirememiş bir toplum devraldı. Atatürk Geometri kitabını ölümünden bir buçuk yıl önce III. Türk Dil Kurultayının ardından 1936-1937 yılı kış aylarında Dolmabahçe Sarayı’nda kendi eliyle yazmıştır. Atatürk Arapça ve Farsça terimlerle dolu ders kitaplarının öğrenciler açısından öğrenimi geciktireceğini düşünmüştü. Atatürk, Sivas Kongresi’nin toplandığı Sivas Lisesi’ne, Lise Müdürü ve Matematik öğretmeni Ömer Beygo ve öteki ilgililerle Lisenin 9/A sınıfında programdaki Hendese (Geometri) dersine girdi. Bu derste bir kız öğrenciyi tahtaya kaldırdı. Öğrenci tahtada çizdiği koşut iki çizginin başka iki koşut çizginin kesişmesinden oluşan açıların Arapça adlarını söylemekte zorluk çekiyor ve yanlışlıklar yapıyordu. Bu durumdan etkilenen Atatürk, tepkisini; “BU ANLAŞILMAZ ARAPÇA TERİMLERLE, ÖĞRENCİLERE BİLGİ VERİLEMEZ. DERSLER, TÜRKÇE, YENİ TERİMLERLE ANLATILMALIDIR.”dedi ve tebeşiri eline alıp, tahtada çizimlerle “zaviye”nin karşılığı olarak “açı”, “dılı” nın karşılığı olarak “kenar”, “müselles”in karşılığı olarak da “üçgen” gibi Türkçe yeni terimler kullanarak, bir takım Geometri konularını ve bu arada Pisagor (Pythagoras) teoremini anlattı. (Bir dik üçgende dik kenarın yani hipotenüsün bir kenarını oluşturduğu karenin alanı diğer iki dik kenarın birer kenar olarak oluşturdukları karelerin alanları toplamına eşittir a2+b2=c2). Atatürk, dilimize karşılığı “koşut” olan “muvazi” kelimesinin yerine kullandığı “paralel” teriminin kökenini açıklarken Orta Asya’daki Türklerin, kağnının iki tekerleğinin bir dingile bağlı olarak duruş biçimine “para” adını verdiklerini anlattı. ATATÜRK, TARİHE VE ARKEOLOJİ… Atatürk, Tahsin Beyi 1935 yılında Orta Amerika’ya Meksika’ya Maslahatgüzar olarak atadı. Görevi Meksika’yla aramızda ikili ilişkileri yürütmekten çok Atatürk’ün giderek önem vermeye başladığı köken çalışmalarını derinleştirmekti. Atatürk genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, Batı ile mücadele edebilmesi için güçlü ve köklü bir tarih tezine ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Çalışmalar, 1930’ ların başında ortaya atılan Güneş dil teorisinin devamı niteliğindeydi. Dünyanın ilk uygarlıklarından biri kabul edilen Mayalar ile Türklerin bağını ispatlamaya çalışmanın yanı sıra büyük tufan öncesi ileri düzeyde bilgilere sahip mu imparatorluğu ve mu dili ile ilgilendi. Tahsin Bey, büyük bir heyecanla tarihin köklerinden bir Türk medeniyeti bulmak için çalıştı. Atatürk de bir tepede kalıntıları bulunan medeniyetin izlerini süren ve diplomat olmasına karşın tarihçi titizliğiyle uğraşan Tahsin Bey’e “Tepe’deki Maya” anlamını taşıyan Mayatepek soyadını verdi. 12 Nisan 1931 yılında “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” kuruldu, cemiyet 3 Ekim 1935’de “Türk Tarih Kurumu” adını aldı. Kültür alanında yeni bir tarih görüşünü ifade eden kurumun kuruluşuyla ümmet tarihi anlayışından millet tarihi anlayışına geçilmiştir. ATATÜRK VE MÜZİK… Atatürk müzik eğitimi görmemesine rağmen, her çeşit müziği sever Klasik Türk Müziği makamlarını bilir, bazı şarkı ve türküleri başarıyla söylerdi. Atatürk müziğin insan yaşamında çok önemli bir yeri olduğuna inanıyordu. 14 Ekim 1925′te İzmir Kız Öğretmen Okulu’nu ziyaretlerinde öğrencilerin “Hayatta musiki lazım mıdır?” sorusuna şu cevabı verdi: "HAYATTA MUSİKİ LAZIM DEĞİLDİR. ÇÜNKÜ HAYAT MUSİKİDİR. MUSİKİ İLE ALAKASI OLMAYAN MAHLUKAT İNSAN DEĞİLDİR. EĞER MEVZUU BAHS OLAN HAYAT İNSAN HAYATI İSE, MUSİKİ BEHEMEHAL VARDIR. MUSİKİSİZ HAYAT ZATEN MEVCUT OLAMAZ. MUSİKİ HAYATIN NEŞESİ, RUHU, SÜRURU VE HER ŞEYİDİR." DÖNEMİN MÜZİK DEVRİMİ VE TÜRK BEŞLERİ… Cumhuriyetin ilanıyla Türkiye’de kurulmakta olan yeni siyasi ve toplumsal düzenin, yeni bir kültür anlayışı ile desteklenerek kendine uygun yeni bir kültür yaratması doğaldı. Türkiye Cumhuriyetinin gündemindeki en önemli sosyal siyaset, Atatürk’ün deyimiyle “MUASIR MEDENİYET” seviyesinin üstüne çıkmak, yani “Çağdaşlaşmak” idi. Bu siyaset doğal olarak müzik alanında da vücut bulacaktı. Ziya Gökalp; “Milli Musikimiz, memleketimizdeki halk Musikisi ile Garp musikisinin imtizacından doğacaktır” demişti. Atatürk de Cumhuriyet Türkiye’sinin yeni müzik kültürünün halk müziğinden kaynaklanması gerektiğini düşünmekte, bu yoldaki çalışmaları teşvik etmekteydi. Bu amaçla açılan yarışma sonucu 5 yetenekli genç müzisyen Avrupa’ nın çeşitli ülkelerine müzik eğitimi almak üzere gönderildi. Müzik yazarı ve eğitimci Halil Bedii Yönetken’ in yakıştırdığı ad olan “Türk Beşleri”, Avrupa ülkelerinde eğitim görmüş ve günümüz müzik yaşamını “sıfırdan başlatmış” uluslar arası düzeyde bestecilerimizdir; Cemal Reşit REY (1904-1972), Hasan Ferid ALNAR (1906-1978), Ulvi Cemal ERKİN (1906-1972), Ahmet Adnan SAYGUN (1907-1991), ve Necil Kazım AKSES (1908-1999). Türk Beşlerin her üyesi, “ulusalcı” bir kavrayıştan yola çıkmış, yerel müziğimizin renklerinden yararlanmışlardır. İlk Türk operası “Özsoy” Ahmet Adnan Saygun tarafından, Münir Hayri Egeli'ye ait sözlerle 1934 yılında bestelenmiştir. Bunu Adnan Saygun' un “Taşbebek” ve Necil Kazım Akses'in “Bayönde” operaları takip etmiştir.