Dantel Kafe adeta bir film karesi  

HABER/SULTAN YAVUZ ÖZİNANIR - FOTOĞRAFLAR/NAZ AKMAN (ANKARA) - Ankara Kalesi’nin eteğinde, yaklaşık on aydır açık olan bir kafe var; Dantel Kafe. Dantel denildiğinde akla nasıl ki kadın eli, incelik, ev, çeyiz, nostalji geliyorsa, Dantel Kafe’de de aynı his ve objelerin izini sürmek olası. Masalardaki danteller, hemen girişte yer alan, esprili “Dantel Hatırası” fotoğraf köşesi insanı tebessüm ettiriyorsa da, içeri girince insan önce hayrete düşüyor. Hem bir eskici hem bir kafe olan Dantel Kafe’de, eski plaklardan çalınan şarkıların eşlik ettiği mekâna onlarca farklı obje eşlik ediyor. Saatler, porselenler, telefonlar, abajurlar, albümler, çerçeveli kanaviçeler, kutular, bir yanda duran ikinci el elbiseler, köşede tüm güzelliği ve sıcaklığı ile kurulu kuzine ve üstünde çaylar, yemekler, tarçın kokulu keke eşlik eden sıcak yemek kokuları... İnsan nereye bakacağını şaşırıyor ve hemen fotoğraf çekmek istiyor. Her bir parçanın sizi zamanda yolculuğa çağırdığı, inceleyecek o kadar fazla şey var ki! Üstelik, bunca farklı şeyin yan yana gelmesi garip bir uyum oluşturduğundan, insanı da yormuyor. “Kadın eli değmiş” sözünün canlı bir örneği olan Dantel Kafe, Harry Potter serisindeki Hogwarts’lı hocaların evlerini de andırıyor biraz. Zamanı belki yavaşlatan, belki durduran Dantel Kafe’nin sahibi Şükran Kesgin, en az sahibi olduğu kafe kadar renkli ve bir o kadar da antika sevdalısı. Şükran Hanım, daha önce oğlu Yusuf Bey ile birlikte sekiz yıl kadar Mekân isimli kafeyi işletmiş. Antika teneke kutularını toplayarak başladığı antika tutkusu ise eskicileri gezdikçe artmış. Şöyle anlatıyor antika serüvenini, “Eskicilere gittikçe şunu da alayım, bunu da alayım derken yedi-sekiz yıl içinde kapalı balkonum doldu. Odanın birini kendime ayırdım ama evde iki kızım vardı o zamanlar. İkisi de bu durumdan hoşlanmadıkları için, eskiciden gelirken önce kömürlüğe bırakıyordum aldıklarımı, onlar evden çıktıktan sonra da getirip odaya koyuyordum. Şimdi rahatım, ikisi de kendi yollarını çizdiler ama ben de o dönemde aldığım, biriktirdiğim eşyaları burada değerlendiriyorum" diyor. Sevinç Hanım, biraz daha sıcak, gözlerden uzak, farklı bir kafe açmak istemiş ve çoğu birbirine benzeyen kafelerden bu yanıyla ayrılmak istemiş. Kadın misafirler, Dantel Kafe’nin ismi için güzel yorumlarda bulunurlarken, erkeklerin biraz mesafeli durduğunu, ismin çok feminen geldiğini belirtiyor. Üstelik, hayatı boyunca dantel de örmemiş. “Ben erkek çocuğu gibi büyüdüm biraz. Erkeklerle maç yapıp, onları dövüp, posta koyuyordum. Sonra erken yaşta da evlenip gidince, dantel örmeye çok zamanım olmadı ama eskiciden dantel de alıp biriktirmeye başladım. Değişik modeller gördükçe alıyordum, baktım iki bavul dantelim var. Burayı açarken, kızlarla baya bir beyin fırtınası yaptık.  Onlar bir şey çıkaramadılar, ben ‘Dantel Kafe’ demiştim başta, onlar beğenmemişti. Sonunda en iyisinin Dantel Kafe olduğunda anlaştık. Dantel örmeyen birinin ‘Dantel’ ismini koyması...” diyerek gülüyor. “Antika tutkusu bir hastalıktır” Antikanın tıpkı sigara bağımlılığı gibi olduğunu ve âdeta bir hastalık olduğunu ifade eden Kesgin, iki haftadır soğuk hava nedeniyle açılmayan antika pazarlarından uzak kaldığı için hayli dertli. “Kıyamadığım, bana bir şey ifade eden bir kaç parçayı kendime ayırıyorum ama onun dışında satıyorum. Çünkü hem elden çıkarmak zorundayım hem de burada hem eskici, hem kafe formatı diye duyurduğumuz için” diyor. Kafeye olan ilgiden memnun olduğunu söyleyen Şükran Hanım, gelen herkesin bol bol fotoğraf çektiğini ve ve fotoğrafların sosyal medyada paylaşıldığını dile getiriyor. “Genelde beğeniyorlar. Çok modern takılan tipler dışında, yüzde doksan beş beğeniyor diyebilirim. Her kesimden insan geliyor ama yüzde altmış öğrencilerden oluşuyor” diye belirtiyor. 27 Yaşında, Beş Çocuklu Bir Anne Üniversiteye Gidiyor Sohbetimiz sırasında, Şükran Hanım’ın örnek hayat hikâyesini de dinliyoruz. “Benim hikâye biraz garip... Beş çocuklu bir anne olarak 27 yaşında gittim üniversiteye. Sınava girdim, Hacettepe’yi kazanınca, İngilizce hazırlık var, çocuklarla devam edemesem bile en azından onu okuyayım bir yıl dedim. Sonra baktım oluyor, beş yıl okudum. Benim alanım arşivcilik, daha önce tapuda çalıştım; bilgi-belge yönetim işinde. Zaten oradan mezunum” diyor. Oğlu Yusuf ve kendisi dışında, diğer dört çocuğunun antika ile hiç bir ilgileri olmadığını söyleyen Kesgin, “Onlara da bulaştırmaya çalıştım ama bulaştıramadım” diyor. Mimarlık eğitimi alan ve şimdi Londra’da yüksek lisans yapan kızından, Londra’daki eskicilere gidip, farklı objelere bakmasını ve getirmesini istediyse de, kızının zamanı olmamış. Gezmeyi çok seven Şükran Kesgin elbette bunun da çaresini düşünmüş, “Planım var, baharda gideceğim inşallah. Keyif alacağım şeyi yapmam gerekiyor artık, az ömrüm kaldı hissediyorum. Sonuçta yaşansa ne kadar yaşanacak, 50 yaşındayım. Gideyim, gezeyim, dünyanın çeşitli yerlerinden antikaları toplayayım. Ben zaten bir sırt çantasıyla dolaşabilen biriyim. Yemek de aramam, ekmek arası bir şey yeter. Oradan katlanabilir bir bavul alıp, sırt çantamın içine koyarım. Onun içine doldururum, getiririm çok sorun değil” diyerek, enerjisi ve maceracı ruhu ile kendisine hayran bırakıyor. “Otuz- kırk yıldır Ankara’da oturup da, Kale’ye ilk defa çıkan insana o kadar çok rastlıyorum ki...” Oğlunun işlettiği Kızılay Mekân Kafe’de kitap mezatı yaptıklarını söyleyen Şükran Hanım, baharda Dantel Kafe’de de düzenli olarak mezat yapmayı planladıklarını ve herkesin kendi eşyasını getirip, satabileceğinin haberini veriyor. Kale içinse şunları ifade ediyor, “Ankara’da gezilebilecek bir tek Kale var ama otuz-kırk yıldır Ankara’da oturup, ilk defa çıkan o kadar çok insana rastlıyorum ki… Beş yıl öncesine kadar kale çok kötü nam yapmış. ‘Kadınlar tek gidemez, gezemez’ diye. Öyle değil artık. Ben buradan önce, surların içindeydim. Gecenin onunda, on birinde buradan çıkıp Kızılay’a kaç kere gittim, hiç de bir şey olmadı. Aslında biraz abartılıyor artık, o eskidendi. Bir de bizim Ankaralılar’da o ruh yok, böyle gideyim, gezeyim yok. Çok monoton insanlar, o heyecan, ‘ben yeni bir şey keşfedeyim’ merakı yok”  diyor. Kalede kafe açmadan önce civardaki sokaklara gelip, fotoğraf çektiğini söyleyen Kesgin, restore edilmemiş bölgelerdeki evleri daha çok sevdiğini vurguluyor. Kaledeki esnafın, kapitalizmin çarkının biraz dışında kaldıklarını söyleyen Şükran Hanım, “Kalenin bakırcıları, yüncüleri, sanatçıları hep eskiye dönük bir kültürü yaşatıyor. Henüz o bozulma yok, bir AVM kültürü henüz buraya girmemiş, şükür” diyor. Kuru fasulye ve havuçlu-cevizli kek baş köşede!   Şükran Hanım, kış menüsünün ev yapımı yoğurt ve turşu eşliğinde sunulan kuru fasülye- pilav olduğunu belirtiyor. Kuru fasulyede iddialı olduğunu dile getiren Kesgin, tatlı olarak da tramisu ve havuçlu-cevizli kekinin spesiyal olduğunu söylüyor. Hafta sonları tahinli kabak tatlısı da yapmaya başladıklarını dile getiren Şükran Hanım, “Gördüğünüz gibi burada, menümüzde modernitenin getirdiği o çeşitlilik yok. Tost, aperatif şeyler, menemen gibi yiyeceklerin yanı sıra, mantım ve köftem de var. Çeşit çok değil ama en azından doğal. Evde hangi yağı, hangi salçayı kullanıyorsam, burada da aynısını kullanıyorum. Hani, ‘şu ucuz, onu alayım’ demiyorum.” “Yeni çıkan bir şeyi almam” Bakış açısının ve yaşam tarzının günümüz insanına çok da uymadığını ve salaş olmayı, ekmek arası bir şeylerle öğün geciştirmeyi, cebine 100 lira koyup gezmeyi sevdiğini dile getiren  Şükran Hanım, “Benim tarzım hiç bir zaman modernite ile bağdaşmadı. Mesela bir düğüne gideceğiz, benim için zulüm yani. Çocuklar, ‘ince çorabın yok mu? Bu ayakkabı bunun altına olmaz’ derler. Şahsen, bu topluma uyum noktasında zaten zorlanan biriyim. Benim doğamda olan bir şey bu belki... Buraya gelip geçmişi özlemek değil de, zaten o şekilde yaşamak. Ben modernizmin çarkına çok kendimi kaptırdığımı düşünmüyorum. Mesela hiç bir zaman yeni çıkan bir telefonu almadım, yeni çıkan hiç bir şeyi almadım. Zaten eskiciden giyiniyorum üç liraya, beş liraya. Gidip mağaza mağaza dolaşmam” diyor. İnsanların hız ve tüketim çılgınlığından bıktıklarını ama henüz onu terk etme noktasına gelmediklerini düşünen Kesgin, “Türkiye’de de tek tük kişiler çıkıyor ama Avrupa ve Amerika’da bu daha yaygın mesela. Sürekli bir kaçış, kendi aralarında komünler oluşturma, okullar oluşturup kırsal kesime geçiş,  daha doğal beslenmeye yönelme... O hızdan illallah diyor insanlar ama Türkiye’de biz henüz bir şeylere doymadık, o yüzden zaman istiyor” diye anlatıyor. Yeditepe Üniversitesi’ndeki Profesörün Fotoğrafı Dantel Kafe’de albümlerin olduğundan, Şükran Hanım’ın eski fotoğrafları da biriktirdiğinden bahsettik ya, fotoğraflara dair pek çok çarpıcı öyküsü de var Kesgin'in. Özellikle bir hikâye  gerçekten etkileyici. Gelin, öykünün sahibi anlatsın, “90 yaşında ölen bir kadıncağızın çeyiz sandığında biriktirdiği şeyler mesela... Düşünün, sandıkla birlikte gelmiş albümler de. Acaba çocuğu yok mu? Varsa da nasıl çocuklar bilmiyorum ama içinden hiç bir özel şey alınmamış. Ben eğer varsa, albümlerdeki isimleri internetten araştırırım. Bir de baktım ki, fotoğraftaki kişi Yeditepe Üniversitesi’nde bir profesörmüş. ‘Fotoğrafınızı buldum’ diye mail yazdım adama. O da adresini gönderdi. Ben kargoya verdim ama iki kere geri döndü kargo, meğer numarayı yanlış vermiş. Kendisi Amerika’daymış o dönemde. Annesi ölüyor, hizmetçisi de kapıcıya ‘evi boşaltın’diyor ve hepsi gidiyor işte. Adam çok memnun oldu tabii” diyor. Sahibini bulduğunda, fotoğrafları iade edeceğini söyleyen Şükran Hanım, “Genelde atılıyor, hiç bir kıymeti yok. Biraz da onları kurtarma derdim var. Satıyorum, ticaretini yapıyorum o ayrı ama buranın ruhunu biraz da onlar veriyor zaten. Gelenler o fotoğraflara bakıyor, eski şarkıları dinliyor burada” diye anlatıyor. Şükran Hanım, Diğer Kadınlara Örnek Oluyor Şükran Hanım’ın kendine olan güveni, bağımsız bir iş kurması ve diğer kadınları da buna teşvik etmesi, bazı arkadaşları için örnek olmuş. Dantel Kafe’ye giden bir kadının, kendisiyle tanıştıktan sonra Ayrancı’da bir kafe açtığını söyleyen Kesgin, “Ayda bir kere gelir yanıma, ‘senin sayende, senin bana verdiğin cesaretle açtım ben’ diyor. Ben ona demiştim, ‘kaybedeceğin bir şey yok.’ Ben bu işlere başladığımda cebimde sigara parası bile yoktu. 5 lira bir yerden, 5 bin lira bir yerden borç alıp girdik yani ve hiç pişman da değilim. Sonuçta kaybedeceğimiz yüz binler değil, altından kalkılamayacak rakamlar değil. Batsa da ödenir yani. Burada bir kadın olarak tek başıma, arkam olmadan işe kalkışmanın bir değeri var belki de. Gelen hanımların en çok bu hoşuna gidiyor, özellikle de orta yaşlı kadınların. ‘Keşke ben de mi yapsaydım?’ diye konuşuyorlar. Burayı ilk açtığımda Arnavut böreği yapan bir Arnavut arkadaşım vardı, mesela o da kafe açmayı düşünüyor. Bir örnek teşkil etmek çok güzel bir şey” diyor. “Gelenler müşteri değil, arkadaşın gibi oluyor” Diğer işletmelerden farklı olarak, dekorasyonun samimiyeti Dantel Kafe’nin sahibinde de var. “Gelenler müşteri değil, arkadaşın gibi oluyor. Gelen kim hasta, kim öğrenci, kim şehir dışına çıkacak hepsini biliyorum” diyor Şükran Hanım. Kredi kartı geçmediği için post cihazı da kullanmayan Kesgin’in, eskiden bakkal amcaların tutuğu gibi bir de veresiye defteri var. “Yiyin, bir dahaki gelişinize bırakırsınız, diyorum. Benim için de iyi oluyor, sonuçta kaybedeceğim bir şey yok. Şimdiye kadar elli  kişi yazdırdıysa, iki tanesi gelmemiştir” diyerek, yüzümüzde tebessüm oluşturuyor. İnsanların birbirine güven duygusunu da tetiklediğini söyleyen Şükran Hanım, daha önce kendisinin de işlettiği Mekân Kafe’de de bir sigara kutusu olduğunu ve “olan atsın, olmayan alsın” yazdıklarını anlatıyor. Yine aynı kafede öğrenciler için yol parası kutusu da yaptıklarını ve bozuklukları olanların, kutuya para attığını ve parası olmayanların da giderken aldıklarını dile getiriyor. “Elbetteki bir geçim sorunu var ve ben isterim ki, hani buraya gelen ve durumunun iyi olmadığını hissettiklerime daha fazla yardım edeyim. Mesela buraya öğrenci gelince, kim paralı kim parasız anlıyorum ben. Sadece çay istediğinde, ben getirip kek ikram ediyorum yanında. Daha çok kazansam, bunu daha da artırabilirim yani. Herkes bireysel olarak yapabildiği kadar o çarkı yıkmalı ya! Oluşturmamız gereken şeyler bunlar, yani ideolojik şeylerde sivrilmek değil önemli olan, bunlar da politik mücadele kadar önemli” diyor. Geri dönüşüm rehabilite ediyor Sadece antika eşya satmayan, aynı zamanda onları onaran Şükran Hanım, “Beni daha çok rahatlatan, tatmin eden şey de aldığım ürünleri burada tamir etmek. Ahşapları zımparalıyorum, boyuyorum, kırık yerlerini tamir ediyorum, yapıştırıyorum. Yıkıyorum, temizliyorum, ütülüyorum, ayna taktırıyorum, aldığım kanaviçeleri çerçeveletiyorum. Geri dönüşüm dediğimiz olay yani... Yoksa o hâliyle çöpe gidecek. Onları değerlendiriyor olmak da insanı gerçekten rehabilite eden bir şey” diye ifade ediyor. Antika eşyalarla ilgilenmenin güzel bir hastalık olduğunu ve aynı zamanda insan için bir terapi görevi üstlendiğini söyleyen Şükran Hanım, “ Psikoloğa gitmektense, bunu tercih ederim. Beni yedi-sekiz  yıldır kurtaran bu oldu biraz da. Çocuklarım çok kızmalarına ve anlamamalarına rağmen, ben psikologlara para dökmektense, bu yolu seçtim” diyor. “Sen kendine bak, yola çık, arkası geliyor” Günümüzde unuttuğumuz ya da kaybettiğimiz hayati bir şeyi bize yeniden hatırlatıyor Şükran Hanım: güven duygusu. “Kaybedilecek şeyler büyük şeyler değil ya! Birine güvenmekle kaybedeceğin şey büyük bir şey değil. Korkmalarına gerek yok insanların, bir uçtan başlayınca, arkası geliyor. Kendine güvenip, karşındaki insanlara güvenip, rekabete girmeden, başkalarına bakmadan, kendine bak, yola çık, arkası geliyor. Hayat çok kısa, çok böyle hesap kitap yapmaya gerek yok. Sen doğru insansan, doğru hareket ettiğine inanıyorsan, zaten kaybedeceğin bir şey yok. Ha, ne kaybedersin? Para kaybedersin en fazla. O da, biz büyük oynamadığımız için bizi sarsacak rakamlar olmaz. Herkes kafe açmak zorunda değil, neyi seviyorsa onu yapmaya bir yerden başlasın. Sadece bireysel karşı duruşlar ortaya koyabiliyoruz. Çok fazla örneğimiz yok ortada aslında. O yüzden en iyisi, sen bireysel duruşunu göster, bir örneklik teşkil et. Senin etrafında üç beş kişi de olsa, o bile yeter diye düşünüyorum” diyor. Şükran Hanım, kendisinin de dediği gibi bir nostalji satmıyor aslında, kendi hayat tarzını insanlarla paylaşıyor. O hayat tarzının içinde değerler para ile değil; güvenle, özenle, cesaret ve doğrulukla, merak ve çalışkanlıkla, yardımlaşma ve kolektiflikle, hızlı değil yavaş tüketmeyle, moda olanla değil derinliği olanla ve hepsinden önemlisi samimiyetle ölçülüyor.