Ressam Sezai Kara ile röportajımız devam ediyor. Röportajımızın ilk kısmında Kara’nın çocukluğu, politik hayatı ve yavaş yavaş profesyonel ressamlığa doğru giden yolda attığı adımları dinlerken, ikinci kısımda ise Kara’nın sanat yaşamı, eğitimci kimliği ve anılarına şahitlik ediyoruz. Yağlı boyada ustalaşmasını sağlayan resim hocası Kayıhan Keskinok’un atölyesinde başladığı ilk dönemini natürmort resimlerinin ağırlıkta olduğu dönem olarak değerlendiren Kara, “mavinin ressamı” ile anıldığı dönemden ustalık dönemine kadarki sanat yaşamını 24 Saat gazetesine anlatıyor
SULTAN YAVUZ/ANKARA Lisede milli takımın genç kadrosuna seçildikten sonra, politik nedenlerle ve Kara’ya göre “çocukluk ederek” sona eren hayâl, bir takım sorgulamaların içinde olan Kara’yı Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nin psikoloji bölümüne yönlendirir. Fakülte yıllarında da saz çalan ve “Kalem Şenlikleri” adındaki etkinliklerin yapılmasında görev alan Kara, bir yandan da okulun futbol takımını çalıştıracak ve resim yapmaktan da kopmayacaktır. Futbol sevgisi, Kara’da o kadar yoğun ki, ifadesinde de sık sık resim ve futbolu bir araya getirerek, benzerliklerinden dem vuruyor. Lisedeyken yağlı boya çalışmayı deneyen ama çok da hoşlanmayan Kara, 1981 yılında belki de onu şimdiki hâline dönüştüren en belirleyici kararlardan birini alır, Cumhuriyet gazetesinde gördüğü ilanın peşine düşer. O zamanlar, şimdiki Metropol Sineması’nın yerinde Sanat Evi vardır ve bu mekânda tiyatro ve konserler verilir. AST dâhil oyuncular için çalışma ortamı hâline gelerek, sanat kurslarının verildiği bu mekânda, bundan sonra Ressam Kayıhan Keskinok da resim kursu verecektir. Kara, yağlı boya çalışmayı da öğrenmek üzere, “Gidelim bakalım” dediği hocanın atölyesinde altı yılını geçirecektir. “Kayıhan Keskinok gibi bir devden büyülenmiştim ve bana çok şey kattı” diyen Kara, bu dönemde natürmorta yoğunlaştığını, ara sıra manzara ya da figür çalışsa da, ağırlığı bu türe verdiğini anlatıyor. Resme yoğunlaşıp bir yandan da Mamak Lisesi’nde öğretmenlik yapan Kara, Gazi Üniversitesi’nin resim bölümünü de birincilikle kazanır, ancak lise yönetiminin destekleyici olmayan tavırları nedeniyle bir yıl sonra yarım bırakır. Ta ki, 1999 yılındaki affa kadar işin mekteplilik kısmını bırakan Kara, bu tarihle birlikte fakülteye girecek ve mezun olacaktır. Kara dünya klasik resmine yöneldiğini ve çok sevdiği Ressam Rembrandt’ın da koyu renklerle çalıştığını kaydederek, kendisinin de koyu renkteki ışık oyunlarına yoğunlaştığını ifade ediyor. “20 yıl mavinin etrafında döndüm” diyen Kara şöyle konuşuyor: “Koyu yeşil, siyah skalasından laciverte döndüm. Beni ışık oyunları büyülüyordu, sonra tarihteki ekolleri inceledim, hepsini de sevdim ama en çok da emprestyonistleri... Bugün de resimlerimde ışık oyunları var ama o dönem soğuk mavinin peşine düşmüştüm. Sonra usta sanatçılar ve büyüklerim “Başka renkler de çalış” deyince, ilk başta çok da kulak kabartmamıştım ama 10 yıl önce Adnan Turani Hoca ile yan yana salonlarda sergi açtığımızda, onunla sohbet ederken bana çok güzel şeyler söyledikten sonra, “Sana sıcak renkler yakışır gibi geliyor, soğuk renkleri çıkar bence” dedi. Ben de bu sözlerden sonra atölyemde denemeler yapmaya başladım, kırmızıyı severim, mavi ve mor dönemlerimde de kırmızıyı kullanırdım ama çoğalttım ve bu hoşuma gitmeye başladı. Daha sonra sıcak tonlar, açık renkler süslemeye başladı tuvalimi… Natürmortta sivrilince, “Başka bir şey yapamaz” diye düşünmesinler yargısıyla natürmortu azaltıp figürü artırmaya başladım. El en zor çizilen organdır ve ben bazen bakarak bazen de büyük ressamların resimlerine dayanarak 3000 el çizdim. Binlerce göz, burun, ağız çizdim ve tıpkı futbolda yaptığım fazladan antremanlar gibi resimde de istekle ve bitmeyen bir tutkuyla çalıştım… Desenim güçlendi.” Bir ressamın çalışma tablosu Kendisi gibi soyut çalışmayan ressamların belli bir tema etrafında döndüklerini belirten Kara, söz konusu temayı ustaca yapmak için değişik açılardan bakmanın, farklı renklerle denemenin elzem olduğunun altını çiziyor. Kara, ressamların renk uyumunun peşine düştüklerini ve çalışırken kendilerini kaptırdıklarını belirterek, şunları söylüyor: “Sanatçının huzurlu hâli de, coşkusu da tuvale yansır. Üzüntünün resmini yapacağım diye bir tabloya başlayamazsın, bu tıpkı çok mutluyken bunu söylememek ya da derin hüznü dile getirememek gibidir. Resim de yaşam gibidir işte… Ressam estetiğin peşine düşer, Van Gogh resmine sarıları atarken bunun peşindeydi, yanına moru atsam nasıl durur diye düşünürdü. Ciddi ressamnlar, o renk ve biçimlerin uyumu peşindedir. Ressam Paul Cezanne’ın öğrencisi Emile Bernard’ın, hocası hakkında anlattıklarında şöyle bir anektod geçer, Cezanne’a bir tablonun bittiğini nasıl anladığını sorduklarında, Cezanne, ‘Renklerin uyumları tuvalin bütününde biterse, resim bitmiş olur’ diyor. Yani ben yaptığım saksı bitince değil, renklerin uyumu beni tatmin ettiğinde çalışmamı sonlandırıyorum...” Kara’nın “kazandığı” öğrenciler… Yıllarca eğitimcilik yapan ve psikoloji eğitimi alan Kara, üniversiteki çocuk psikolojisinden anlayan profesörlerin ilköğretimdeki öğrencilere ders vermelerinin nasıl muazzam bir olaya yol açacağına işaret ederek, ilk ve orta öğrenimdeki yetenek derslerinde not verilmemesi gerektiğini vurguluyor. Bazı çocukların fiziksel olarak spora uygun doğduklarını, bazıların müzik kulağı bazılarının da resim kabiliyeti olabildiğine değinen Kara, matematikte deha düzeyinde olan bir çocuğun da bu tür kabiliyetleri olamayabileceğini ve bu nedenle de resim, müzik, beden eğitimi gibi derslerde not verilmesinin uygun olmadığını dile getiriyor. Temel sanat eğitiminin ilköğretimde verilmesi gerektiğinin ve çocukları müze, opera, tiyatro gibi etkinliklerle tanıştırmanın önemini anlatan Kara, bir anısını bizimle paylaşıyor: “Bir çalışma için İskilip’teki iki yıllık yüksek okula on günlüğüne gitmiştik ve oradaki öğrencilerin hâli beni çok etkilemişti. Giyimleri, kuşakları vasat, kız öğrencilerin çoğu türbanlı ve içine kapanık çocuklardı. Belki de hayatlarında ilk kez ressam göre bu öğrencilerin dikkatini cezbetmiştik. Yakın zaman önce sosyal medyadan, elinde bir fırça ile poz vermiş, güzel bir genç kız bana mesaj yolladı ve ‘Hocam beni hatırladınız mı?’ diye sordu ama ben bir türlü çıkaramıyordum. Akademiden mi, sergiden mi, oradan mı, buradan mı derken, sonunda açıkladı, ‘Hocam siz beni hatırlamazsınız ama ben sizi İskilip’te dinlemiş, psikoloji, felsefe diyerek anlattıklarınızdan etkilenmiştim. Artık başörtüsü de takmıyorum, ben değişik birine dönüştüm, Giresun Üniversitesi’nde resim bölümündeyim.’ O kadar duygulandım ki anlatamam… Ben öğrencilere akıl vermem ama düşündürmeye çalışırım. Mustafa Kemal kimseyi hor görmedi, dindarları da bağrına bastı ama kendine düşmanca yaklaşanlara da gardını aldı.” Mamak Lisesi’ndeyken ülkücü öğrencilerin reisi olan bir çocuğun kavgaya karışmasının ardından, okuldan atılmaması için uğraşan Kara, “Sol, sağ değildi, bu çocuk zehirlenmişti ve derdi başkaydı” diyerek, söz konusu gençle konuştuğunu ve onun dünyasına girdiğini kaydediyor. Sonunda reisliği bırakan bu gencin, okul hayatına devam ederek meslek sahibi olduğunu ifade eden Kara, “Pskiolojisini bildiğim için kazandım o çocuğu” diyor. Kara, çocuklara yol göstermenin ne kadar önemli ve ince bir detay barındırdığını da şu anıyla hatırlatıyor: “Mamak Lisesi’nde rehberlik hocasıyken arada gönüllü olarak da resim derslerine girer, teyip götürüp çocuklara klasik müzik açıp, resim anlatırdım. Tabii, oradaki öğrencilerim zengin ailelerden gelmiyorlardı ve kimi bu müziği sevmediğini söylerdi. Bir öğrenci, ‘Ben bu müziği sevmiyorum, gürültü gibi’ deyince, kızmadım ama şöyle cevapladım, ‘Senin sevmiyorum deme hakkın yok ama bu müziği anlamıyorum hocam diyebilirsin. Sevmek anlamakla ilgilidir.’ Geçmişte gecekonduda büyüdüğümü ama kendimi zorlayarak, dünyanın dinlediği bu müziği anlamak istediğimi söyledim. Çocukların bir kısmı büyülendi, kasetleri istediler, klasik müzik sanatçılarının listesi istediler. Yani çocuğa aşağılayarak yaklaşmamalı öğretmen, Bertnard Russell, “Bir şeyi sevip sevmemek bilgiye dayanır’ diyor, saygı da öyle, bilgin ölçüsünde sever ya da sevmezsin...” Genç yeteneklere bir kaç tavsiye… Kara, resim eğitimi alan ve yolun başında olan kişilere, sanatın herkesin harcı olmadığını ve kendilerini yetenekli görüyorlarsa, bedelini ödemeye de hazır olmaları gerektiğini söylüyor. Ressamların akademik eğitim almasa dâhi, iyi bir hocadan eğitim almalarını öğütleyen Kara, temel sanat eğitimi ve dünya resim sanatını bilmenin elzem olduğunu kaydederek, çok çalışmanın ve bu işe “kafa koymalarının” öneminin altını çiziyor. Sezai Kara genç sanatçı dostlarına şu mesajı veriyor: “Kendinizi sürekli geliştirin ve iyi şeyler üretmediğiniz hâlde işi reklama bindirmeyin, birilerine yakın olmaya çalışmayın. Dünyada moda diye, satar diye düşündüğünüz bir tekniğin peşine düşmeyin. Önce kendinizi tanıyın… Başka sanatçılardan elbette etkileneceksiniz ama kendi mizacınızın peşine düşerek, oraya bir tad katarak. Yorumlamalısın, kendi kokunu dermelisin. 1000 yıldır natürmort yapılıyor ama sen kendi imzanı koyacaksın. Futbol sahasında kendi ruhunu ortaya koyarak oynarsın, işte resimde de böyle; kendin ol! 1992 yılında Paris’e gitmek istedim, oradaki müzeleri, resim sanatının devleştiği bu şehri görmeyi çok istiyordum. Maddi durumum el vermediği için anneciğim bu hayâlimi gerçekleştirebilmem için bileziklerini sattı… Gittim ve orada çok ucuz otellerde kalarak, restorana gitmeyerek on gün boyunca müzeleri ve şehri gezebildim. Yani sanat özveri gerektirir, bedel ödemeyi göze almayı gerektirir. Çabucak merdivenleri tırmanacağız diye düşünmesinler, demlenince kıymetli olur insan da, sanat da, yaşam da...” Ressam Sezai Kara’nın nice yıllar aşkla yaptığı tablolarını, kendisi gibi meraklı çocuklarla ve sorgulamayı bilen yetişkinlerle paylaşması dileğiyle…