Ressam Sezai Kara… Bazen natürmort bir tabloda iki limonun hikâyesini anlattı, bazen sisli bir patika yolundaki ağaçları boyadı, bazen de bir pastelin diliyle çiçeklerin gizemli hâllerini yansıttı. Mavinin, yeşilin, kırmızın sarmaladığı kadınlarıysa hep ona özgü kaldı. Sanatçı kimliğinin yanı sıra, eğitim psikolojisi alanında da uzman olan Kara, çok yönlü kişiliğini, sanatla harmanlanmış yaşamını ve bir eğitimci gözüyle deneyimlediklerini 24 Saat gazetesine anlattı. Röprotajımızın birinci kısmı…
SULTAN YAVUZ/ANKARA Ankaralı ressamlardan Sezai Kara ile atölyesinde buluşmak üzere Emek’e gidiyorum. Ben adrese doğru ilerlerken, onun da bana doğru yürüdüğünü görüyorum. Maskelerimizin olması, sıcak bir gülümsemenin göz kırışıklarından anlaşılmasına mani olamıyor. Tam giriş kattaki apartman merdivenlerine doğru ilerlerken, “Şu araba sanırım İngiltere’den” diyor ve arkamı döndüğümde, park alanından çıkmak üzere olan aracın plakasına bakıyorum ama Kara’nın kast ettiği plaka değil, direksiyonun sağda oluşu. Bir yandan da araca güneş vurduğu için, bir an bakıp bunu fark etmesi beni gülümsetiyor. “Nasıl da etrafındaki her şeyi görüyor, dikkatli bakıyor” diye düşünüyorum. Sıkı sıkı arabaya baktıktan sonra atölyeye giriyoruz. Boya kokusunun kaynağı olan tüp boyalar, pencere önündeki ahşap masanın üstünde yığın halinde duruyor, bir sandalyede iş giysisi, duvarlarda yaptığı eserler ve irili ufaklı tuvaller, köşede bir kitaplık… Klasik müziğin eşlik ettiği mekânda, bir köşede de klasik müzik CD’leri yer alıyor, çalışırken özellikle dinliyormuş. Haftanın her günü buraya geldiğini ve bazı akşamlar kaldığını öğreniyorum. Röportaj için içerideki bir odaya yöneldiğimde, sarman bir dünya güzeli kedi dostça beni selamlıyor. Kendisini sevdiriyor, bu sırada Kara, kediyi nasıl sahiplendiğini ve bu boncuk gözlünün ne kadar dost canlısı olduğunu anlatıyor. Kara, mutfakta çaylarımızı doldururken ben de odadaki kitaplıklara, resimlere, fotoğraflara, kıvrılmış gazeteye, notlara hızlıca göz gezdiriyorum. Bana mutfağı da tanıttıktan sonra, birlikte çaylarımızı alıp odaya geçiyoruz… 1959 yılında Gümüşhane’de doğan Kara, 1 yaşındayken ailesiyle birlikte göç eder Ankara’ya ve Tuzluçayır’da bir gecekondu mahallesinde, tek katlı, bahçe içinde bir evde otururlar. Bu küçük ev, hayâlleri dünyaya sığmayan bir çocuk için pek çok şeyi ifade edecektir. Kara, çok meraklı bir çocuktur, annesi “Sen hiç boş durmayacak mısın?” diye boşuna söylenmez. İlkokulda resme çok kabiliyetlidir ve öğretmenleri tarafından cesaretlendirilir. Müzik kulağı da vardır, sonradan bağlama çalıp, türkü de söyleyecektir. Ama gönlü büyük bir futbolcu olmakta yatar, hem spora hem sanata olan kabiliyetleri ise babası ve annesi tarafından daima destek görür. “Babam resim yapıyorum diye boya alırdı, kardeşlerimle futbol oyuyoruz diye krampon alırdı, Anadolu insanlarıydılar, çok eğitimli değillerdi ama hep bizim önümüzü açtılar” diyor. Ortaokuldayken Kara’nın en büyük meraklarından biri de Atlas karıştırmaktır. “Geceleri rastgele bir sayfasını açar, gözümü kapatır, parmağımı bir yere koyardım. Bazen Güney Amerika’da bir kasaba, bazen Afrika’da bir şehir bulurdu parmağım ve merak ederdim. Oralarda da insanlar yaşıyor, keşke ben de oraya gidebilseydim” diye hayâl etmeye çalışırdım” diyor. Bu meraklı çocuk, resim kabiliyetini evlerinin kömürlüğünü minik bir sinema salonu yapmak için de kullanacaktır. Çizdiği kovboyları kesip, bir çıtaya çakarak, iğnelerle onları yönlendirerek, mum ışığında bir nevi gölge oyunu, kendi deyimiyle film gösterecektir. Üstelik, panolara da reklamını asmaktan geri durmaz, “Yıldız Sineması” afişi… Devrimci mücadeleyle kesişen futbol aşkı… Her ne kadar elinden kâğıt kalem düşmese de gönlü futbolda olan Kara, bu alanda da başarılı olur. Sadece katıldığı idmanlarla değil, vücuduna kum torbası takarak o zaman boş olan Nato Yolu’nda kendi antrenmanlarını da yapar. Emekleri sonuç verir ve Kara, lisedeyken Ankara Demirspor’a seçilir. Gittiği ticaret lisesinde de idmanlarını kaçırmayan ve okul takımını da şampiyon yapan Kara, daha sonra Ankara karma futbol takımına seçilerek, seçilen diğer arkadaşlarıyla birlikte Kütahya’daki genç milli takıma çağrılır. Elbette 12 Eylül darbesi öncesinin siyasal atmosferinde, bir Tuzluçayır çocuğu olarak siyasetten de kendini uzak tutamayan Kara, bu süreci ve futbolla ayrılan yollarını şöyle anlatıyor: “Ben çalışkan olduğum için Kütahya’ya da kaptan olarak gitmiştim. Fakat bu süreçte devrimci mücadeleye katıldım ve işçi sınıfının, yoksulların yanında olmalıyım dedim. Sol kitapları okudum, emekçinin parayla işi olmaz diye yeteneğimi vurdum. Hep solcu kaldım ama o dönem çocukluk etmişim, babam da çok kızmıştı. Sonuçta kabul mektubum gelmiş, gazetelere çıkmışım. Hatta öğretmenlerim çok kızar diye 19 Mayıs Stadyumu’na bile bir süre gidemedim. Sıkı yönetimde beni de götürdüler… Şans bu ya, top oynadığım çocuk meğer sivil polismiş ve karakolda bana göz kırptı. Kurtuluş grubuna ait olduğumuz ortaya çıktı ama incelemede ‘Terörle bağlantısı yoktur’ çıktı ve kurtuldum, yoksa içeri alabilirlerdi. Kanlı 1 Mayıs’ta da İstanbul’daydım, henüz orta okula giden kız kardeşimi de götürmüştüm. O şenlik anında Taksim çok güzeldi ama birden sanki inşaat çöküyormuş gibi bir ses geldi, çok gürültülüydü, meğer bizi tarıyorlarmış. Panikle herkes kaçtı, birbirini çiğnedi, ölülerin araca konulduğunu gördüm sonra… Unutulmaz bir travmaydı. Ben o zamanlar Halk Evi’nde yoksulların resmini yapardım, 1978’de kartonlara yaptığım resimlerden sergi açmıştım Tuzluçayır’da… Ressam olunca memleketin yaşadıklarına da şahit oluyorsun ve bir tarafın varsa, o ezilenlerden yana oluyor. Ben Atatürk’ü hep sevdim, sol mücadele içinde de… Ama 12 Eylül’den sonra daha çok okudum, meğer bizim kendi tarihimizden haberimiz yokmuş. Aziz Nesin de Atilla İlhan da Atatürk’e ilişkin benzer görüşler yazmış, ikisi de Mustafa Kemal’in ne kadar önemli bir insan olduğunun farkındalar. Elimden Atatürk’le ilgili kitaplar düşmez benim de, okudukça gözlerim yaşardı zaten. O dehanın nasıl yalnız kaldığını gördüm. Nasıl ki iyi bir ressam hem dünyadaki hem de Türkiye’deki ressamları bilmek zorundaysa, bizde de aydınsan önce kendi büyüğünü bilip sahip çıkacaksın. Mustafa Kemal Türkiye’deki aydınların da kötü yanlarını da görebilmiş. Bizde sözde aydınlar karşıt görüştekileri ya da kendisinden daha aşağıdakileri aşağılar, tepeden bakar. Atatürk, okumak diğerini ezmek değil, onu anlamaktır; anlarsan kucak açar, öğretirsin” diyor. “Bizdeki aşağılık kompleksi” Kara, Türkiye’deki kimi aydınlarda gördüğü problemli bakış açısının ressamlar arasında da olduğuna dikkat çekerek, akademide olan ya da ünlenen bazı kişilerin diğerlerine tepeden bakmasının bir tür aşağılık duygusundan kaynaklandığını söylüyor. Kara, “Mesela Hacettepeliler, Gazi Üniversiteliler için ‘köylü’ derler. Peki, Fransa’da bir güzel sanatlar akademisini bitirmiş biriyle yan yana gelince ne diyeceksin? Sen o zaman Türk olduğundan da utanırsın. Aşağılık duygusuna sahip olmayacaksın, bunu da eğitimle yaparsın, kendini severek, eksiğini tamamlayarak...” diyor. Çocukken izlediği futbol maçlarının spikerlerinin “Avrupai gol attı”, “Şu yabancı oyuncuya benziyor” gibi benzetmelerinden de rahatsız olan Kara, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Psikoloji Bölümü’nü tercih etme nedeni olarak da “Biz kimiz? Neyiz?” sorusuna cevap aramak olduğunu belirtiyor. Ankara ve İstanbul arasında resim anlamında ekol farkı olmadığını da sözlerine ekleyen Kara, “Bazıları Erzurum’da okuyor, sonra İstanbul’a gidip sanki 100 yıllık İstanbullu gibi ortada geziyor, bazısı da uyanık; internetten dünyadaki yeni resim tekniklerini alıp İstanbul’a uyarlıyor” diyor. Genel olarak pek çok önyargıya sahip olduğumuzun altını çizen Kara, Osmanlı zamanında bir çok padişahın sanatı desteklediğini Hüseyin Avni Lifij ile Osman Hamdi Bey hayranı olduğunu dile getiriyor. Kara, “O zamanlar Avrupa ile ilişkimiz vardı, yüzümüz Arap coğrafyasına değil, batıya dönüktü. Ama biz bunu çok düşünmeyiz, çünkü önyargılıyız, Çorumlu’nun Çankırılıyı beğenmemesi gibi ne yazık ki Türk insanında da bu aşağılık kompleksi var. Bana göre bu tavır gelişmemiş bir kişiliğin dışavurumudur” diye anlatıyor. “İnsanı eserde büyüleyen sanatçının derinliğidir” “Sinemaya, sinema eğitimi alıp da mı gidiyoruz” diyen Kara, ortalama eğitim almış kentli bir insanın da resim sergisi gezmek için mutlaka resim eğitimi almış olmasının gerekmediğini söylüyor. Ressamda bir derinlik varsa, bunun resme yansıyacağını ve algılanacağını kaydeden Kara, “İnsanı eserde büyüleyen sanaçtının derinliğidir” diyor. Müzikte Aşık Veysel, resimde Hüseyin Yüce gibi “naif” kategorisinde değerlendirilen önemli ve az sayıdaki sanatçı dışında, bir sanatçının etkileyiciliğinin birikiminden ileri geldiğini ifade eden Kara, Van Gogh’un cebinden Balzac ve Victor Hugo gibi yazarların kitaplarının eksik olmadığını ve esere derinlik kazandıranın da buradan kaynaklandığını hatırlatıyor. “Sanat eseri olup olmaması bence büyüleyebilemesiyle eşdeğer” diyen Kara, “Ben de Türk ve yabancı ressamların kimi eserlerini görünce heyecanlanıyorum ve yaşamlarına baktığımda, çok derin olduklarını görüyorum” diye belirtiyor. Kara, pek çok yerli ve yabancı ressam kadını da beğendiğini ifade ederek, Fransız empresyonist Berthe Morisot, Naile Akıncı, Şükriye Dikmen ve pek çok çağdaşını takip ettiğini söylüyor. Sezai Kara, “Türkiye’deki kız çocukları akın akın resim bölümlerine gidiyor. Avrupa’daki kadınlardan daha ilgililer, geleceğimiz açısından bu harika bir şey” diyor. Kara’ya ressamın tanımını sorduğumda ise, “Ressam içindeki kıpırtının sesini dinleyip, onu kafaya koymakla olur” diye yanıtlıyor.