Utku ŞENSOY Doğu’nun incisiydi, Ortadoğu’nun Paris’iydi... 15 yıl süren iç savaşta ne badireler atlattı, onlarca suikast ve patlamalara sahne oldu, derinden sarsılmasına rağmen ayakta kalmaya çalıştı ama geçen hafta yaşanan son patlama Beyrut’u kelimenin tam anlamıyla yıktı bitirdi… Lübnan’ın başkenti Beyrut geçtiğimiz hafta meydana gelen, 150’den fazla kişinin yaşamını yitirdiği binlerce kişinin de yaralandığı patlamayla sarsıldı. Bu müthiş patlama, ülkede zaten kırılgan ve hassas olan tüm dengeleri alt üst etti. Resmi açıklamalar her ne kadar patlamaya neden olarak limandaki bir depoda 7 yıldan beri güvensiz bir şekilde tutulan 2 bin 750 ton amonyum nitratı gösterse de, Lübnan Cumhurbaşkanı Michel Aoun’un, füze ya da bombalı “dış müdahale” saldırı ihtimalinden söz etmesi kafaları karıştırdı. Hemen ardından, patlama anına ilişkin sosyal medyada paylaşılan bir füze görüntüsü komplo teorilerini daha da güçlendirdi. Beyrut’taki limanda neden binlerce ton amonyum nitrat depolanmıştı? Bu ihmalden kim sorumlu? Limandaki ihmaller zincirinin nedeni ne? O patlayıcılar neden hiçbir önlem alınmadan orada depolandı? Bu kadar amonyum nitrat nereden geldi? Kaza mı sabotaj mı, terörist saldırı mı? Bu ve benzeri soruların yanıtları ülkedeki sis perdesinden aralanıp gün yüzüne çıkacak mı pek bilinmez. Ama bilinen şey, amonyum nitratın, amonyak ve nitrik asitten çok ucuza üretilebilen beyaz, kristal bir tuz olduğu ve bitkilerin büyümesi için gerekli elementleri sağlayan tarımda kullanılan azotlu bir gübre olduğu. Çok miktarda bir aradayken kolay ısınıp 170 derecede yüksek patlayıcılığa ulaşan, ucuz ve patlayıcı etkisi çok güçlü olan bu kimyasal, terör örgütlerinin sıklıkla kullandığı bir madde. 2001 yılında, Fransa’nın Toulouse kentinde, 2013’de Amerika Birleşik Devletleri’nin Texas eyaletinde, 2015’de Çin’de bu kimyasalın yol açtığı patlamalarda yüzlerce kişi yaşamını yitirmişti. Patlamanın ardından, yarısına yakını yoksulluk sınırının altında yaşayıp hayli gergin olan halk, patlamalardan sorumlu tuttuğu siyasilerin istifa talebiyle isyan başlatıp geçtiğimiz 29 Ekim’de olduğu gibi yine sokaklara indi, sert çatışmalar çıktı. ABD ise halkın taleplerini haklı bularak göstericilerin yanında olduğunu açıkladı. Lübnan Ekonomi ve Ticaret Bakanı, patlamanın milyarlarca dolar hasara yol açtığını ve ülkesinin bu durumla mücadele edecek ekonomik güce sahip olmadığını açıklarken, patlamanın ardından 300 bin kişinin evsiz kaldığı bildirildi. Ekonomik sıkıntıların daha da artacağı ülkede önümüzdeki dönemde büyük siyasi krizlerin yaşanması kaçınılmaz Şüpheliler Patlamanın ardından bazı çevrelerin sorumlu tuttuğu Hizbullah lideri Hassan Nasrallah, suçlamaları ret ederek, patlayıcı maddelerin Hizbullah›a ait olması gerektiği algısını yaratmaya çalışanlara ateş püskürdü. Nasrallah, “açık ve net olarak bu depodaki patlama olayıyla hiç bir ilgimiz olmadığını ilan ediyorum” dedi. Patlamanın bir başka olağan şüpheli ise İsrail. Olayın hemen ardından Trump’ın açıklamaların satır aralarından, İran’ın hedefte olduğunu ve yakın dönemde Washington’un gündeminden düşmeyeceği anlaşılıyor. İsrail’in Hizbullah’a, ABD’nin de İran’a yönelik tehdit içeren açıklamalarından müdahalenin gündemde olduğu bile düşünülebilir. Bir yanda, ABD-İsrail-İran-Suudi Arabistan, diğer yanda da Hizbullah ile siyasi iktidarın kıskacında kalan Lübnan’da nasıl bir siyasi kırılma ve hesaplaşma yaşanacağını, çok dinli, çok mezhepli, birçok kültüre sahip, farklı dillerin konuşulduğu ülkede önümüzdeki dönemdeki çalkantıların hangi boyutlara tırmanacağını bugünden kestirebilmek zor. Ancak, limandaki patlamanın ısıtıp köpürttüğü bölge sularının uzun bir süre daha dinmeyeceği kabul edilmesi gereken bir gerçek. Suların durulmadığı ülke Ülkeyi yöneten başlıca siyasi yapılardan biri Suudi Arabistan’a diğeri İran’a yakın duruyor. Rusya son dönemde bölgedeki etkinliğini arttırmaya başladı. Rusya’nın varlık göstermesiyle birlikte, Amerika Birleşik Devletleri ile Fransa’nın başı çektiği Avrupa Birliği de bölgedeki nüfuzunu arttırma çabasına girdi. ABD ve Suudi Arabistan, Hizbullah’ın siyasi ve silahlı gücünün azaltılması yönünde yaptırımlara başvururken, Tahran ve Şam yönetimleri ülkedeki iki kanadın en önemli aktörü olan Hizbullah’ın yanında yer alıyor. Hal böyle olunca, bir yanda İran-Suriye, diğer yanda İsrail-Suudi Arabistan-ABD grupları arasındaki bilek güreşi Lübnan üzerinde yapılıyor ve bunun siyasi ve ekonomik sonuçlarından zarar gören Lübnan halkı oluyor. Yönetim sistemi İç savaş öncesi Müslüman ve Hristiyan nüfusu eşitken, şimdi dengeler Şii ağırlıklı Müslüman nüfus lehine değişti. Halkın yaklaşık yüzde 54’ü Müslüman, yüzde 40’ ı Hristiyan, yüzde 6’sına yakını da Dürzi. Lübnan›ın nüfus sayımı uzun yıllardır yapılamadığı için, kabaca 6 milyon civarındaki halkın yüzde 93’ü Arap kökenli. Bağımsızlığını kazandığı 1943 yılında varılan milli mutabakat, Devlet başkanının Hristiyan Maruni, Başbakanın Müslüman Sünni, Meclis Başkanının Müslüman Şii olmasını öngörüyor. 1990 yılında silahların susmasıyla mezhep esaslı bu yapı sistematik olarak yaşama geçirilip, Anayasal olarak tesis edildi. Ülkede tüm devlet, güvenlik birimleri ve meclis, din ve mezheplere ayrılan kotalara göre düzenlendi. 128 üyeli parlamento, Müslüman ve Hristiyan olarak iki büyük gruba ayrılmış, bir yanda Sünni, Şii, Alevi ve Dürzilerden oluşan 64 üye, diğer yanda da Maruni, Rum Katolik, Ermeni Katolik, Ermeni Ortodoks, Süryani Ortodoks, Süryani Katolik, Keldani, Kıpti Ortodoks ve Kıpti Katoliklerden oluşan 64 üye bulunuyor. Bazı analistlere göre bu son patlamanın nedenlerinin başında bu “ayrıştırılmış anayasal yapı” geliyor. Zira bu anayasa ülkede, din-mezhep-etnik grup aidiyetlerini aşıp “Lübnanlılık üst kimliğinin” oluşturulmasının önündeki en büyük engel. Aslında bu bir süre önce “alt kimlik üst kimlik” tartışmalarının yaşandığı ülkemiz için de önemli bir örnek. Üst kimliğe sahip olamamış, inanç bazında din ve mezhepleri koruma fikrinden yola çıkılarak oluşturulan anayasal sistemler, o ülkedeki inançları tam olarak koruma altına alamadığı gibi, belli esaslar içinde, kurumlar arası koordinasyonuyla, işleyen mekanizmasıyla çarkları dönen bir devlet sistemine asla kavuşamıyor. Yeniden Lübnan’a dönecek olursak, 90 öncesi iç savaşın önemli aktörleri, komutan ve ideologları savaşın ardından da ülke yönetiminde söz sahibi olup ayrıştırmayı körüklemeye devam ettiler. Lübnan’da güçlü bir devlet sistemine geçilememiş olunmasının, liyakat gözetmeksizin inanç ve mezhep ekseninde seçilmiş siyasetçilerin ve atanmışların ülke çıkarlarından çok cemaatlerinin çıkarlarını esas almaları, büyük çaplı yolsuzluklara da kapı araladı. Bunun da ötesinde güçlü bir devlet sistemi kurulamadığından, eğitim, sağlık gibi kurumları tesis edemeyen devletin yerine etnik grup ve mezhepler kendi özel okul-hastane-üniversitelerini kurup, gençlere iş bulma konusunu da cemaatlere bırakmış! İşte bu çarpık yapıdan beslenen gelir adaletsizliği, rüşvet, yolsuzluk ve yüksek vergi gibi olumsuzluklar ülkeyi ekonomik kaosa sürükleyip, dışa bağımlı hale getirdi ve Lübnan’ı Suudi Arabistan’ın etkisi altına soktu. Sonuç olarak, Lübnan’da yaşananlardan bölge ülkelerinin alacağı büyük dersler var. Kaza ya da siyasi bu devasa patlamanın yaralarını, bölgede hesapları olan güçlere bırakmadan “karşılıksız uluslararası destek” şeklinde gerçekleştirmezse toz ve sis bulutları altındaki ülke de bölge de çok uzun yıllar güneşli günlere hasret kalır.