Gazeteciler Cemiyeti tarafından Avrupa Birliği finansmanıyla yürütülen Demokrasi için Medya / Medya için Demokrasi (M4D) Projesi kapsamında, bu haftaki online söyleşide “1980 Sonrası Gazetecilik” konuşuldu. M4D Projesi Ulusal Komite üyesi Sedat Bozkurt'un moderatörlüğündeki söyleşinin konukları, Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici ve Doç. Dr. İ. Arda Odabaşı oldu. Söyleşide, 1980 Darbesi sonrası medyadaki değişim ve son 20 yılda basın özgürlüğünün geldiği konum tartışıldı

SULTAN YAVUZ/ANKARA Gazeteciler Cemiyeti tarafından Avrupa Birliği finansmanıyla yürütülen Demokrasi için Medya / Medya için Demokrasi (M4D) Projesi kapsamında, bu hafta “1980 Sonrası Gazetecilik” tartışıldı. Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici ve Doç. Dr. İ. Arda Odabaşı’nın konuk olduğu söyleşinin moderatörlüğünü ise M4D Projesi Ulusal Komite üyesi Sedat Bozkurt yürüttü. [caption id="attachment_199058" align="alignright" width="377"] M4D Direktörü Yusuf Kanlı[/caption] Söyleşi öncesi açılış konuşmasını yapan M4D Proje Direktörü Yusuf Kanlı, söz konusu dönemin çok sıkıntılı bir zaman dilimi olduğunu ve bu çerçevede medyanın sahiplik yapısının değişirek, televizyonun da Türk medyasında başat olmaya başladığını söyledi. Kanlı, geçen ay yapılan basın tarihine ilişkin söyleşinin ikinci adımı olarak 1980 sonrası gazeteciliği ele aldıklarını ve Şubat ayında da çerçevenin üçüncü ayağı olarak televizyon haberciliği konusunu gündeme alacaklarını kaydetti. Söyleşinin moderatörlüğünü üstlenen M4D Projesi Ulusal Komite üyesi Sedat Bozkurt, 1980 Darbesi’nden sonra baskı altına alınan medyanın aynı zamanda direnen bir yapı olduğunu da belirtti. Türkiye’de yaşanan her darbe döneminin ayrı birer tatışma konusu olduğunu hatırlatan Bozkurt, özellikle 12 Eylül’den sonra ANAP hükümetiyle birlikte düzenlenen yasal ve maddi kısıtlamalarla basının sermayesinin de değiştirdiğini söyledi. O dönemde ortaya çıkan “yandaşlık” kavramının ise günümüzde yetersiz kaldığını ifade eden Bozkurt, “Artık gazetecilik yapılmıyor, basın bir propaganda aracına dönüştü ve bunun nedenini 12 Eylül’e bağlıyorum” dedi. [caption id="attachment_199059" align="alignleft" width="700"] M4D Projesi Ulusal Komite üyesi Sedat Bozkurt & Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici[/caption] Bildirici, “Özal’ın ‘İki buçuk gazete bile fazla’ dediği anlayış, bugün Erdoğan’ın medyayı kendi kontrolüne almasının öncülüdür” Söyleşinin ilk konuşmacısı Faruk Bildirici, 1980’li yılları anlatırken hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle ele alınmasının elzem olduğunu kaydetti. Bildirici, “O yılların günümüzden daha iyi olduğunu ve Turgut Özal’ın demokrat olduğunu söyleyenler var. Oysa Özal’ın iki buçuk gazete bile fazla dediği anlayış, bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın medyayı kendi kontrolüne almasının öncülüdür” dedi. Özal döneminde kâğıt fiyatlarının artmasının basın üzerinde bir baskı yarattığını belirten Bildirici, o dönem konuya ilişkin Sedat Simavi’nin başbakanı hedef alan sert bir yazı kaleme aldığını ancak bugün böyle bir durumun yaşanmasının imkânsız olduğunu vurguladı. Özal’ın 12 Eylül düzenini medyada sürdürerek, kurumsallaştırdığını kaydeden Bildirci, “12 Eylül depolitizasyon getirdi. Basın ise söylenenleri yazıyordu, bize o dönem sürekli talimat ve sansür gelirdi. Her gün hangi haberleri yayınlayabileceğimiz belirlenirdi. Cumhuriyet gazetesi beş kere kapatılmıştı ve 12 Eylül sonunda Anayasa’nın kabulü için yapılan referandumda aleyhte bir şey yapmak mümkün değildi, tıpkı AKP dönemindeki referandumda olduğu gibi… Yöneticiler değişse de, baskı aynı” dedi. Türkiye’de ana akım medyanın devletin hâkim görüşlerinden bağımsız olmadığını ancak askeri dönemler de daha da arttığını dile getiren Bildirici, 1980 sonrası Özal’ın yaptıklarının dünyada da geçerli olduğunu belirterek, daha önce Nadir Nadi, Kemal Ilıcak, Erol Simavi gibi gazetecilikten gelen ve sadece yayından para kazanan kişilerin iktidar karşısında daha güçlü olurlarken, Özal döneminde Asıl Nadir gibi iş adamlarının basın sektörüne gelmesiyle durumun değiştiğini ifade etti. 1980 sonrasında basına yapılan en olumsuz şeylerden birinin de sendikasızlaştırmak olduğunu vurgulayan Bildirici şöyle konuştu: “1980 sonrası dönemde gazeteciler sendikasızlaştırılarak birbirlerine destek olmaktan uzak hâle getirildi. Artık 1960’lı yılların radikal gazetecileri yoktu. Dinç Bilgin ve Aydın Doğan arasındaki ansikolpedi savalarını hatırlarsınız. Birbirlerinden eleman da almıyorlardı. Ondan önce sendikanın güçlü olduğu bir yapı içinde gazeteci kapıyı vurup çıkabilir ve başka yerde iş bulabilirdi. Kendi düşünce yapısına aykırı bir iş yaptıramazdın. Şimdi ise bu yapılabiliyor, gazetecinin başka yerde çalışma şansı kalmadı. Gazeteci sessizlerin sesidir, toplumu savunur ama ne toplumu ne de kendini savunacak gücü kalmadı. Gazetecilerin bu şekilde güçsüzleştirilmeleri ve sahiplik yapısının değişmesi ise Erdoğan için avantaj oldu. Gazete patronunun ne kadar parası varsa, iktidara karşı da o kadar yumuşar. 2001 ekonomik krizi onları da zayıflattı ve 2002 yılında AKP geldiğinde, yepyeni bir medya kuruluşu oluştu. Özal’ın Star TV ile başlattığı özel televizyonlar ve radyolar, internetle devam etti ve en önemlisi de AKP geldiğinde, medya çamura batmıştı. Söz konusu patronlar siyasetle iç içe geçmiş, etik değer bırakılmış ve okurla güven ilişkisi bitmişti. Erdoğan da rahatlıkla ‘Benim için de çalışabilirsiniz’ dedi. Ekonomik krizle bağımlı hâle gelen basın, demokrasi anlayışı çok da olmayan Erdoğan’ın elinde daha da can çekişir hâle geldi. Özal ne kadar kızsa da bir yerde duruyordu. Erdoğan’la bozuşursan işten atılabilirsin.” “Gazeteciler siyasi propaganda aracı hâline geldi” Bildirici, Güneydoğu’da terörün başladığı zamanlarda Özal’ın “Bir avuç eşkiya” söyleminin, yıllar içinde Kürtlerin varlığını kabul eden ve Abdullah Öcalan’la gazetecileri görüşten bir konuma ilerleyerek, babaannesinin Kürt olduğunu söyleyen bir tavır olarak değiştiğini söyledi. 1980’li yıllarla 1990’lı yıllardaki gazeteciliğin farklı olduğuna işaret eden Bildirici, 2000’li yıllarda ise sahiplik yapısının tamamen değiştiğini ve siyasetin basın da dahil her yeri denetlediğini söyledi. 2000’lerde Erdoğan ve partisinin çıkarlarının da basın sınırlarına eklendiğini kaydeden Bildirici, “Gazeteciler siyasi propaganda aracı hâline geldi. Ayrıca medya gerçekliği gizliyor. Berat Albayrak’ın isitifa olayında da bunu gördük, ekonomik krizde de… Ancak Erdoğan konu hakkında laf ederse gösteriliyor. Fakat internet ile birlikte dijital medya ve sosyal medya yeni imkanlar getirdi, bize müthiş olanklar sağladı” dedi. Daha önceki yıllarda gazeteci ve okurun iletişim halinde olduğunu da sözlerine ekleyen Bildirici, özellikle İstanbul’daki belli bir gazeteci kitlesinin halktan kopuk olduğunu vurgulayarak, “Gazetecilik Babıali’den plazaya, Rüzgârlı’dan Cinnah’a geçti” dedi. Uğur Mumcu gibi gazetecilerin öldürüldüğü 1990’lu yılların çok kanlı olduğunu ifade eden Bildirici, o dönemde de gazetecilerin bir şey yapmadığını ve Özal söyleyene kadar Kürt meselesine sesiz kaldıklarını anımsattı. Günümüzde de aynı durumun yaşandığını kaydeden Bildirici, toplumsal olarak çok bölünüldüğünü ve Türkiye’de basının çok başarılı bir tablo çizmeyi başaramadığını söyledi. Alternatif medyayı umut olarak gördüğünü belirten Bildirici, “Gözümüzü oraya çevirmeliyiz, umut varsa dijital medyada” dedi. [caption id="attachment_199056" align="alignright" width="351"] Doç. Dr. İ. Arda Odabaşı[/caption] Odabaşı, “Gazetede seyretmek için alındı ve ortaya yüzer gezer bir okur kitlesi çıktı” Üsküdar Üniversitesi’nden Doç. Dr. İ. Arda Odabaşı, 1980 yılının bir dönüm noktası olduğunu ve ABD’de Ronald Regan, İngiltere’de Margaret Thatcher ve Türkiye’de Turgut Özal ile birlikte neoliberal ve sağ bir rüzgârın başladığını ve Soğuk Savaş’ın bitmek üzere olduğunu ifade etti. Türkiye için 24 Ocak Kararları’nın bir miad olduğunu hatırlatan Odabaşı, Bu kararlarda Özal’ın Devlet Planlama Teşkilatı’nda müsteşar olduğunu ve söz konusu kararların basını derinden etkilediğini dile getirdi. Bu sayede kâğıt fiyatlarının yüzde 300 arttığını ve ondan önce masrafın devlet tarafından karşılandığını söyleyen Odabaşı, 12 Eylül Darbesi, 24 Ocak Kararları ve neoliberal ekonominin birbiriyle bağlantılı olduğunu ifade etti. Mali dar boğaza giren gazetelerin ise özel sektörden reklam alabilmek için tiraj sayılarını arttımak üzere promosyona başvurduklarını ve kupon gazeteciliğinin ortaya çıktığını belirtti. 12 Eylül döneminin baskı ve işkence anlayışının 1984’te parlamenter sisteme geçişle Özal ile devam ettirildiğini kaydeden Odabaşı, “Özal dönemi büyük sermayenin basına çekilmesi demek, bu maliyetleri ancak büyük sermaye karşılayabilirdi. 1980 sonrası iş adamları basın sektörüne girdi ve tekelleşme ortaya çıktı. Basın ahlakı kapitalist ahlaka dönüşerek, daha çok satmaya odaklı sansasyonel anlayış benimsendi. Yeni okuyucu türü ise gazeteyi ödül almak için edindi” dedi. Televizyonun da gazetelerin değişimini etkilediğini belirten Odabaşı, tekonolojinin katkısına da dikkat çekerek “Özal’ın oğluyla başlayan özel televizyonlar daha çok eğlence amaçlıydı ve bu durum gazetelerin televizyonlaşmasına yol açtı. Daha büyük punto, az yazı, bol fotoğraf… İçeriğin de depolitizasyona uğraması ve Amerikan kitle kültürünün gelmesi. Yani gazetede seyretmek için alındı ve ortaya yüzer gezer bir okur kitlesi çıktı. Sadece medya değil okur da değişti. O dönemki anlayışı hatılayın, ‘Halk bunu istiyor, okur bunu istiyor...” diye konuştu. 19. yüzyılda gazetelerde görsel olmadığını anımsatan Odabaşı, 1890’lı yıllarda basın fotoğrafçılığı ile durumun değiştiğini ve 20. yüzyıllla birlikte okur olmayanlara da hitap eden bir şekle evrildiğini söyledi. Gelinen süreçte eğitim, günlük hayat, aile profilinin değişimesi gibi okurun da değişmesinin kaçınılmaz olduğunu belirten Odabaşı, şunları söyledi: “Artık basına güven azaldı ve eleştirel duruş gösteren televizyonların reytingi daha yüksek. Eskiden Basın İlan Kurumu tirajları yayınlardı ama artık buna da ulaşamıyoruz, yazılı basın azalıyor ve internet mecralarına yöneliniyor. 1980 ve 1990’lar çok karanlıktı ve birbirinin devamıydı,AKP iktidarı bu kırılgan yapıyı kolayca ele geçirdi. Okuruyla, gazetesiyle, gazetecisiyle değişen bir yapıdan söz ediyoruz.”