Utku ŞENSOY Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından liberal Emmanuel MACRON ile ilgili tartışmalar sürerken, beşinci cumhuriyetin en genç cumhurbaşkanının özel yaşamı ve geçmişi didik didik edilmeye devam ediliyor. Başta Fransa olmak üzere, dünyanın dört bir yanındaki yazılı basının “ciddi” ve ekonomi ağırlıklı olanları, 39 yaşındaki MACRON’un yeteneklerini ön plana çıkarıp, “deha Mozart” benzetmesi yaparken, karşıt görüşlü gazeteler siyasi geçmişi olmamasına dikkat çekip tecrübesizliğini masaya yatırıyor. Konunun magazin kısmı ile ilgilenen medyanın “gayrı ciddi”bölümü ise, kendisinden 24 yaş büyük Eylsee Sarayı’nın yeni firstlady’ si Brigitte MACRON’u enine boyuna tartışmaya başladı bile. Bayan MACRON’un ilk evliliğinden olma 3 çocuğu ve 7 torununa ilişkin haber ve yorumları ballandıra, ballandıra anlatıp, botoks’undan rejimine, detoks’undan estetik ameliyatlarına kadar gereksiz ne varsa ayrıntılarıyla yazılıp çiziliyor, görsel efeklerle televizyonların ana haber bültenlerinde ön sıralarda yer alıyor. Konuya bizim açımızdan bakacak olursak, yazılıp çizilenlerin birçoğunu; “Fransız halkı ve vergi mükelleflerinin kendi sorunları” olarak gördüğümüzü belirtip, MACRON’un genel olarak; “Güçlü bir AB’den yana ve Müslüman dünyasına karşı özel tepkileri-alerjisi olmayan bir kişiliğe sahip” olmasının şimdilik bir “fırsat” olarak değerlendirmemizin yeterli olacağını düşünenlerdenim. Kanımızca buradaki esas mesele, bu beş yıllık dönemde Ankara-Paris ilişkilerin hangi yönde seyredecek olmasıdır. Birlik ile güçlü ilişkilere sahip olan Türkiye, gerek kara ve denizden coğrafi koşullar açısından, gerekse ekonomik ve demografik koşullar açısından birlik ülkeleriyle en girift ilişkilere sahip,halkının çoğunluğu Müslüman olan güçlü bir ülke konumundadır. Türkiye’nin bu konumuna en yakın Mağrip ülkeleri ise, özellikle Arap Baharı sonrası yaşanan belirsizlik nedeniyle Ankara’nın Brüksel ile ilişkileri bakımından kıyası kabul edemeyecek düzeydedir. Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan milyonlarca vatandaşımızı da bu tabloya dahil edersek,“Türkiye’nin gerek batı, gerekse birlik için Müslüman dünyasının öncü ülkesi” olduğu gerçeğini (bazıları kabullenmek istemeseler de) birliğe üye 28 başkent kabul etmektedir. Buradaki esas konu siyaseten bu ilişkinin seyrinin nasıl olacağıdır. Ankara ile Brüksel arasındaki “limoniatmosferde” taraflar sis perdesini aralayabilecek siyasi kararlılığı sergileyebilecek mi yoksa gerilen ipler kopma noktasına mı gelecek? Ankara-Brüksel hattındaki kopuktan her iki taraf açısından da bakıldığında kısa vadede bazı siyasi kazanımlar elde edebilir.Ancak orta ve uzun vadedeher iki taraf açısından da telafisi mümkün olmayacak sıkıntılara yol açacağını, dolayısıyla bu “gerilim politikasının” kazananının olmayacağı için,aklıselimin galebe çaldığı bir karar en doğrusudur. Bu bağlamda, birliğin iki lokomotifi; Berlin ve Paris’in, Ankara ile ilişkilerin yeniden güçlü biçimde tesisi için gereken adımları atarak Türkiye’ye hak ettiği yeri, “istisnai partner” statüsünden çok daha ileri bir konumda vermesi gerekiyor. Zira; “İslam karşıtlığı ve kutuplaşmanın giderek derinleştiği bir dünyada anahtar konumundaki tek ülke Türkiye’dir” ve evrensel boyuttaki bu sorun, Ankara’nın içinde olmadığı hiç bir formül ile çözümlenemez. 80’li yıllarda benim de Fransa’dayken bizzat tanık olduğum, yüzde 3-5 lerde seyreden “marjinal” olarak nitelendirilen baba Le PEN’ in ırkçı-faşist hareketi, bugün yüzde 20’ler civarında “kemikleşen ve her gün daha da güçlenen” bir güç-yükselen değer haline geldi. Marine Le PEN, döneminde bu hareketin, Cumhurbaşkanlık seçiminin ikinci turunda aldığı yüzde 35 oy sonrası “kendimize çeki düzen vereceğiz” açıklaması, ruhu bakımından asla olmasa da lafzı bakımından bir vitrin-söylem-kılıf değişikliğiyle 5 yıl sonraki seçimlerde yine en ciddi aday olacağını gösteriyor. Tablo böyleyken, Ankara ile Paris yakınlaşması, Fransız halkını İslam karşıtı aşırı akımlardan da kurtarabilir, 6 milyona yakın Müslümanın yaşadığı Avrupa Birliği’nin ikinci lokomotifini farklı bir raya kaymasını önleyebilir. Ancak bunun yolu; “Türkiye’nin, İslam dininin dünyada en iyi uygulayan ülke” niteliğini kaybetmemesinden, diyaloga açık, farklılıklara saygı gösteren, hoşgörülü, hukukun üstünlüğü ilkesini içselleştirmiş, evrensel hukukun ve güçler ayrılığının uygulandığı şeffaf bir yönetim sergilememizden geçiyor. Böylece Türkiye, kapıları ardına kadar açık tutacak Avrupa ile, aynı masada eşit konumdayken onlara yanlışlarını çok daha kolay anlatabilme fırsatı bulabilecektir. Aksi takdirde bu gerilim filminin ortak yapımcıları,ekonomik kayıplara ilişkin tablolara odaklanırken, olayın hiç hesap edilmeyen çok farklı bir boyutuyla yüzleşmeleri gerekecek; “Orta Doğu ve İslam coğrafyasıyla Batı arasındaki ayrılıklar çukuru çok daha derinleşip hiçbir zaman birleşemeyecek büyük bir uçurumadönüşecek”.