Basın camiası, şık giyimi, nezaketi, engin dış politika bilgileri ve deneyimleri dolayısıyla “Ekselans” lakabıyla bilinen Mithat Sirmen’i hep hatırlayacak ALİ ŞİMŞEK / Efsane müdürlerimden birini daha kaybettik: Mithat Sirmen. Acımız çok büyük… Uzun yıllara dayanan başarılı mesleki kariyerine rağmen, kendisini tanıma şansını ancak 1996 yılında Anadolu Ajansı’nda çalışırken bulabildim. Bundan da son derece mutluyum. Görevli olarak Bağdat’ta bulunduğum bir sırada haber yazdırmak için Dış Haberler servisini aradım. Benden haberi alan arkadaş, benim arada gırgır yapma çabalarıma rağmen çok ciddi ve soğuk konuşuyordu. Gırgırdan vazgeçtim ve “Kimler var serviste” diye sordum. “Şu var, bu var, bir de yeni müdürümüz  Mithat Bey var” dedi. Ciddiyetin nedenini anlamıştım. Bir iki gün sonra Ankara’ya dönüp servise girdiğimde, büyük bir sessizliğin hakim olduğu bir sırada tanıştım kendisiyle… Herkes büyük bir ciddiyet içinde ve tırsak bir halde çalışıyordu. Çünkü henüz Mithat Abi’nin dünyalar tatlısı bir insan olduğunu çalışanlar bilmiyordu. Oysa evimizden daha çok zamanımızı geçirdiğimiz servis, keyifli bir ortam olmadan ve arada espri yapılmadan çekilmiyordu. Bir gün bir arkadaşımızın haberini çarpıtarak matrak bir haber yazdım, biraz da olsa o asık suratlı havayı dağıtmak için… Haberi o sırada çalışan arkadaşlara birer birer postaladım. Haberi her açan, okudukça kıkır kıkır gülüyordu. O sırada masasında bilgisayar başında oturan Mithat Abi, merakla kah çalışanlara bakıyor, kah bilgisayarı kurcalıyordu. Sonunda dayanamadı ve sordu: “Yaaahu deminden beri haberlere bakıp duruyorum, komik bir şey göremiyorum. Siz neye gülüyorsunuz Allah aşkına?” Ona haberin yayında olmadığını, öylesine bir espri olduğunu söyledim ve haberi kendisine de gönderdim. Ciddi bir yüz ifadesiyle açtığı haberi okumaya başladıktan sonra o ciddi ifade yavaş yavaş değişmeye başladı, yerini gülümsemeye bıraktı. Sonra okuduğu her cümleden sonra ortalığı inlete inlete kahkahalar atmaya başladı. Okumayı bitirdikten sonra “Hah!” dedi, “İşte şimdi burası bir gazete bürosuna benzedi…” Mithat Abi’yi çözmüştük; aslında asık suratlı biri değildi… Böylece onunla keyifli mesailerimiz başlamıştı. TEMELLİ GİDİŞE YOL AÇAN ŞERİAT ÇAĞRISI O sıralarda diplomasi muhabiri olduğum için İran Büyükelçiliği de görev alanıma giriyordu. Büyükelçi Muhammed Rıza Bagheri, 30 Ocak 1997’de Sincan’da düzenlenen bir toplantıda konuşmuş ve şeriat çağrısı yapmıştı. O toplantı, daha sonra tankların Sincan sokaklarında gövde gösterisiyle “balans ayarı” yapmasına da yol açacaktı. Büyükelçinin konuşması kamuoyunda büyük tepki çekmişti. O tepkilerin altında ezilen büyükelçilik, birkaç gün sonra düzenlediği resepsiyona basını davet etmemişti. Bunun üzerine Büyükelçilik Müsteşarı Nemini’yi aradım. Mithat Abi’nin de tanık olduğu konuşmada, “Bay Nemini, bunu bize de mi yapıyorsunuz” dedim. “Büyükelçiliğin imkanlarıydı, şuydu, buydu” diye geveledikten sonra “Böyle karar aldık” dedi. Ben “Ama işinize geldiği zaman ‘AA ile İRNA kardeş ajanslardır’ dersiniz. Yalan mı hepsi” diye üsteleyince yelkenleri indirdi: “Tamam, kapıya talimat veriyorum, gelebilirsiniz.” Orada başka gazeteciler bulunmayacağı için Mithat Abi, gecenin sonunda onu arayıp olan biteni kendisine anlatmamı istedi. Foto muhabiri arkadaşım Yavuz Yüksel’le birlikte gittiğimiz resepsiyonda Büyükelçi Bagheri, gece boyunca gelenleri karşıladı, gidenleri uğurladı. Başka fırsat bulamayacağım için, o esnada büyükelçiyi sorularımla sıkıştırıp duruyordum; gelen giden oldukça geri çekiliyor, ardından tekrar “taarruza” geçiyordum. “Sayın Büyükelçi, gideceğiniz söyleniyor, doğru mu” diye sordum. Azeri Türkçesiyle “Ne gitmesi” dedi, “Yalvardılar kaldım, yalvarsınlar gideyim!” Arada maksadını aşmaktan çekinerek, uzun yıllardır Türkiye’de yaşayan İRNA muhabiri Mehmet’e dönüp “Yalvarmanın anlamı bizdeki gibi, değil mi” diye sordu, Mehmet de “Evet efendim” diye onayladı. Allah Allah… Bomba gibi sözlerdi! Saflığa vurarak, “Kim yalvardı Sayın Büyükelçi” dedim. “Türk hükümeti tabii” dedi ve sözlerini meydan okurcasına bağladı: “Bütün bu söylediklerimi aynen benim ağzımdan yazabilersiniz…” Alacağımı almıştım… Oradakilerle vedalaşıp çıktık ve ajansa gittik. Haberi çok kısa sürede toparlayıp Mithat Abi’yi aradım. Olan biteni anlattım ve yazdığım haberi kendisine okudum. Tecrübeleriyle olacakları önceden görmüştü sanki… “Çok güzel” dedi, “Seni tebrik ederim. Şimdi haberin altına senin imzanın yanına benim imzamı da at ki redaksiyondakiler haberin bir şeyine takılmadan yayına versinler…” Öyle ya, müdürün imzası en yetkin imzalardan biriydi ne de olsa… Dediğini yaptım, haberi gönderdim ve mesleki hayatım boyunca yaptığım gibi haberin yayına girmesini bekledim. “Ya bir şeye takılır ve bana sormak isterlerse” diye, haber yayına girmeden bir yere ayrılamazdım. Nitekim redaksiyondaki arkadaşımız, müdürün imzasına rağmen işkillenip üstlerini aramış ve konu silsile yoluyla rahmetli Genel Müdür Ekrem Karaismailoğlu’na aksettirilmiş. Bir süre sonra telefon çaldı. Arayan genel müdürdü: “Ali, büyükelçinin sözleri teypte var mı?” “Hayır efendim, yok” dedim, “Çünkü diplomasi muhabirleri arasında bir gelenektir, resepsiyonlardaki sohbetlerde nezaket gereği teyp kullanılmaz.” “O zaman bunu Dışişleri’nden teyit ettirelim.” “Efendim, büyükelçi bu sözleri bana söyledi. Dışişleri neyini teyit edecek?” “Doğru… Peki büyükelçiyle konuşurken yanında kimler vardı?” “Foto muhabiri Yavuz Yüksel vardı, Büyükelçilik Müsteşarı Nemini ve İRNA muhabiri Mehmet de vardı.” “O zaman müsteşara teyit ettirelim.” “Büyükelçinin söylediklerini onun astı olan müsteşara mı teyit ettireyim???” “O da doğru… Ya Ali, eline sağlık, haber çok güzel de en iyisi biz bu haberi görmeyelim!..” Mithat Abi’yi tekrar arayıp son durumu aktardım. Çok sinirlendi: “Birazdan sana UBA’nın ve gazetelerin faks numaralarını vereceğim, haberi oralara faksla!” Ona “Abi ben bunu yapamam” dedim. “Haklısın” dedi, “Ben sabah gelince yaparım…” Sabah erkenden öfkeyle geldi ve sağa sola telefonlar etti, haberi faksladı. Aslında bana ait olan haber, UBA’nın haberiymiş gibi ertesi gün gazetelerin manşetlerindeydi. Haber büyük yankılar uyandırdı, mecliste soru önergeleri uçuştu, büyükelçi bir gün sonra apar topar temelli ayrıldı. Haberin manşetlere taşındığı gün Anadolu Ajansı yönetiminde bir rahatsızlık ortaya çıkmıştı. Mithat Abi beni aldı, Şehir Kulübü’ne öğle yemeğine götürdü. “Bak Ali” dedi, “Bu haber bir ihtimal bizi işimizden edebilir; beni de, seni de… Ama dert etme, ben nereye gidersem sen de benim yanımda olacaksın.” AA’da haberle ilgili soruşturma başlatıldı. Bu çerçevede sigaya çekildim. “Bizim yayına vermediğimiz haber, nasıl oluyor da noktasına, virgülüne kadar, satır satır, kelime kelime aynen gazetelerde çıkıyor” sorusuna o anda şöyle bir yanıt kurguladım: “Bilmiyorum! Ben haberi yazdım, haber genel müdürün talimatıyla kullanılmadı. Gerisini bilmiyorum... Ama önce şunu söylemek istiyorum: Şu anda çok üzgünüm. Neden mi üzgünüm? Her gazetecinin, yeri yerinden oynatacak haber bulma ve hatta bu haber sayesinde ödül alma hayali vardır. Doğrusu benim de var. Ben bu haberi buldum ve yazdım da… Ama ne yazık ki ödül almak yerine, şimdi burada sorgulanıyorum! Haberin gazetelerde nasıl çıktığına gelince… Şu olabilir belki: Büyükelçilikten ayrılırken haberi kafamda zaten kurgulamıştım. Dışarı çıktığımızda gazeteciler bekliyordu. Sordular, ben de anlattım. Anlatmakta bir sakınca görmedim, çünkü zaten o an herkes start alsa onlar gazetelerine vardıklarında (normal şartlar altında) haberi gazetelerinde göreceklerdi. Çünkü hızlı yazma konusunda iddialıyım. Ama haberin yayına verilmeyeceği aklımın ucundan bile geçmezdi.” Ertesi gün de rahmetli Karaismailoğlu, Mithat Abi’yi ifadesini almak için çağırdı, ama çok önemli bir “gazetecilik dersi” aldı ondan: “Haberi ben dağıttım” demiş Mithat Abi, “Sizin yaptığınız gazetecilik değil! Türkiye Cumhuriyeti’ne kast etmiş bir adamı korumak bize mi kalmış? Gazetecilik yapıyorsak bize düşen, adamın dediğini aktarmak! Ondan sonra bizim resmi makamlarımız ona karşı ne tavır alacaklarsa alsınlar…” Bunun üzerine Karaismailoğlu, “Vallahi şaşırdım. Ben bahanelere sığınacağınızı düşünmüştüm, doğrudan ve açıkça söylediniz. Tebrik ederim” demiş. Konu da böylece kapanmış oldu. Ekrem Karaismailoğlu, emekli olduktan yıllar sonra bir gün beni aradı ve hafızasını tazelemek için o haberin ayrıntılarını sordu. Ben anlattıktan sonra, “O olay hayatımın en önemli hatalarından biriydi” dedi. Allah rahmet eylesin… Mithat Abi, 1997 yılında Dış Haberler Müdür Yardımcılığı görevini bana önerirken, açık açık “Ben senin yerinde olsam kabul etmez, sahada istikbalimin daha parlak olacağını düşünürdüm” demişti, “Ama şimdi buna çok ihtiyacım var. Kabul etmeni özellikle rica ediyorum” diye de ısrar etmişti. Başkalarının erişmek için torpiller aradığı, ama benim hayatıma ekstra sorumluluk ve eziyetten başka bir şey getirmeyen bu unvanı onun hatırı için kabul etmiştim. Mithat Abi’yle yollarımız yıllar sonra Gazeteciler Cemiyeti’nde yeniden buluştu. Onunla bir dönem aynı Yönetim Kurulu’nda yer aldık. Onunla birlikte çalışmak, onunla sohbet etmek keyifliydi. Onun anılarını, deneyimlerini kendisinden dinlemek yararlıydı. Basın camiası, şık giyimi, nezaketi, engin dış politika bilgileri ve deneyimleri dolayısıyla “Ekselans” lakabıyla bilinen Mithat Sirmen’i hep hatırlayacak. Onu unutmak mümkün değil… Nur içinde yat Mithat Abi…