Facebook’u benimle O tanıştırmıştı.

Beyken  Üniversitesinin sevilen öğretim üyelerinden Prof. Serhan Oksay.

Benim, bir dönem (ANAP) birlikte çalışmaktan onur duyduğum Bakanım Kâzım Oksay’ın biricik oğlu.

Onu beş buçuk yıl çok genç yaşında kaybettik.

Tanıyanlarında, sevenlerinde bir  yürek yangını çıkararak aramızdan ayrıldı.

O yürek yangını, acılı babanın yüreğiyle en şiddetli aleviyle devam ediyor.

Hani bir söz vardır.

"Allah kimseyi evlât acısıyla imtihan etmesin."

"Allah düşmanıma bile bu acıyı vermesin."

Öylesine derin bir acıdır. Allah, hiç birimize bu acıyı tattırmasın.

Facebook’ta baktığımda o değerli insanın içindeki yangını okudum.

"Her seferimde boğazım düğümleniyor. Gözümde yaş kalmadı. Elimizde duadan gayri bir iş gelmiyor. Ruhun şad olsun, mekânın cennet olsun canım evlâdım."

İki damla göz yaşı ile ben de bu duaya katılıp "amin" dedim.

Serhan’ı çok sevenlerden birisi de bendim. Babasının bakanlığı döneminde her gelişinde görüşürdük. Saygılı, sevecen bir gençti. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesine devam ediyordu.

Kadir Has Üniversitesinde çalıştığı günlerde, onu üniversitesinde ziyaret etmiş, uzunca bir sohbette bulunmuştuk.

Bir gün beni telefonla aradı.

 Her arayışında olduğu gibi o sevecen üslubuyla "Necati ağabeeey" diye söze başladı, bana facebook’u tanıttı ve bu platforma davet etti.

İşte, o gün bu gündür facebook üyesiyim.

Artık "ağabey" diye anıp sevdiğim eski Bakanımın yürek yangınına merhem olur mu bilmem ama, başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum.

Belki, aynı acıyı yaşayan anne-babaların yüreklerine de derman olur düşüncesiyle.

Genç yaşlarında iki kardeşimi kaybettim. Semiha ile Mesut. Bu acılarla kavrulmuş bir yüreğin sahibiyim.

Mesut’u kaybettikten sonra günlerce ağlayıp durdum.

Evde herkes yattıktan sonra bir kenara çekiliyor, küçük kardeşim Mesut’uma ağlıyordum.

Çok büyük bir acıdır.

"Allah düşmanıma bile kardeş acısını vermesin."

Allah’ın yardımını ikinci kez o gece yarısı iliklerime kadar hissetmiştim.

Ağlamaktan tükenmiş, yatağa uzanmıştım.

Uyku halimde bir ses, "Necm Suresi 42, 43, 44" diye bir ses.

Hemen uyandım. O güne kadar "Necm Suresi" diye bir surenin varlığını bilmiyordum.

Salondaki kütüphane bölümüne geçtim, Kur’an-ı Kerim’i elime aldım, önce Sure fihristine baktım, evet Necm Suresi diye bir sure vardı. Hemen, ilgili ayetlerebaktım:

Necm Suresi 42. Ayet: "Ve şüphesiz, en son varış Rabbinedir."

43. ayet: "Doğrusu, güldüren de ağlatan da O’dur."

44. "Öldüren de, dirilten de O’dur."

Bu ilahi ikaz üzerine o gece ağlamalarımı kestim.

Birkaç gün sonra görevli olarak Mukaddes topraklara gittim.

O Haccı "Mesut adına" ifa ettim.

Arafat çadırında "acaba Mesut’un hali öteki alemde nasıldır?" diye düşünüyordum.

Uykuya dalmışım.

Rüyamda Mesut’un bir trafik kazası geçirdiğini haber alıp, hastaneye koşuyorum.

Yüzünde hafif morartılar var, ancak genel durumu çok çok iyi.

"Çok şükür, çok şükür" diyerek uyandım.

 Konuyu böylece açmı?ken, şken, Cenab-ı Hak’ın bana olan ilk yardımı hissettiğim olayı da anlatmalıyım:

Gençlik yıllarımda Erzurum’da gazetecilik yaptım.

Bir hanım öğretmenin, bir okulda genç kızlara "Kızlık mefhumu yoktur, cinsel tecrübeler yapın" dediğini haber aldım.

"Susturun şu fah….yi" başlıklı bir manşetle olayı gündeme taşıdım.

Bir hafta sonra Erzurum’a gelen dönemin Milli Eğitim Bakanı rahmetli İlhami Ertem’e, vali Necmettin Karaduman’ın odasında gazeteyi verdim, olayı bir kere de şifahen anlattım.

Bakan, teşekkür ederek gereğini yapacağını söyledi.

Ve o hanım öğretmen, birkaç gün sonra Sivas’ın Suşehri ilçesine tayin edildi.

Bu arada karı-koca, hakkımda hakaret davası açmışlar.

Yaklaşık, bir yıl boyunca Toplu Basın Mahkemesi’nde yargılandım.

Hem para, hem hapis cezası ile tecziye edilecektim.

Gaipten bir ses. "Git o dosyayı satır satır incele!"

Mübaşirden dosyayı istedim, satır satır okudum. Baktım ki, dâvâ iki günle zaman aşımına uğramış.

Mahkeme açıldı, son karar duruşması olduğu hatırlatıldı ve diyeceğim olup olmadığı soruldu.

Ticaret Lisesinde okumuştum. Hukuk derslerinden öğrendiğim bir kavramı hatırlatarak söze başladım, biraz da ukalâca bir tavırla mahkeme heyetine dedim ki:

"Bu dâvâ butlan ile malûldur. Ölü doğmuş bir davadır. Dinlenmemesi gerekirdi. Dâvaânın düşürülmesini talep ediyorum."

Mahkeme ara verdi, dosyayı inceledi ve talebim doğrultusunda dâvâyı düşürdü. Ben de o dâvâdan böylece sıyrılmış oldum.

Facebook’ta ağabeyim Kâzım Oksay’ın o yürek yangınını okurken, gözüm bir mesaja daha takıldı.

O da Bahçeşehir Üniversitesi Rektör Danışmanı Doç. Dr. Burak Küntay’ın mesajıydı. Babası Adalet Partisi döneminde Gençlik ve Spor Bakanlığı yapmış olan Barlas Küntay’ın oğlu.

Şöyle diyordu:

"Tam 20 sene önce annem ile babam beni Florida Atlantic University’e getirmişlerdi. Zaman içinde okul başkanlığı, mütevelli heyeti üyeliği gibi birçok farklı görevde daha öğrenci iken bulunma fırsatım oldu. 20 sene sonra tekrar burada olabilmek çok güzel. Okulun eski başkanlarının resminin olduğu duvarda resmime bakınca, yılların nasıl geçtiğini anladım."

 Şöyle bir mesaj attım kendisine:

 "Bu ülkeye borcunuzun bitmediğini sanıyorum. Rahmetli babanızın mensubu olduğu merkez sağda siyaset yapma zamanı gelmedi mi sevgili Küntay? Ülke dara düştüğünde imada yetişen hep merkez sağ oldu. Bu gün, işte o gündür. Ülke, ikinci nesilden hizmet bekliyor."

Sadece Küntay’a değil, öteki ilgililere de duyurulur.

Yazı uzun oldu ama, faydalı oldu sanıyorum.