Bazı konulara varoluşsal açıdan bakmak, ideolojik farklılıkları bir yana bırakmak şarttır. Kişisel çıkarların, çözümlerin hep ön planda olduğu günümüz algısını bir kenara koyup, en azından yaşamsal önemdeki konulara toplumsal ve hatta ulusal bakabilmeliyiz. Bir düşünce kuruluşunda sınırlı-katılımlı bir konferansta idim geçenlerde. Günümüz modası bu. Konuşmacılar günün koşulları uyarınca alınan önlemlerle sahnede mesafeli olarak yer alıyor. Kamera kaydediyor. Elektronik olarak izleyicilere ulaştırılıyor. Soru varsa kayıtlı e-katılımcılar “chat” bölümünden soruyorlar ve konuşmacılar bunları cevaplandırıyor. Etkili mi? Doğrusu çok kullanışlı, etkinlik tartışılır. Tartışma konusu Kıbrıs, seçimler, yeni hükümet idi ama, arada konu nasıl olduysa benim “mikro milliyetçi takıntılarım” oluverdi bir anda. Bir diğer katılımcı, konferansın kolaylaştırıcısının da katkısıyla, Türk milliyetçiliği ve Kıbrıs Türk mikro milliyetçiliği kaçak sunumu yapmaya başladı bir anda… Doğru mu bu tanımlar? Kanımca hayır. Ancak, hayır demesi kolay. Bölgecilik, hemşericilik acaba mikro milliyetçilik tezahürleri midir? Büyük şehirlerde belli bölgelere kümelenen “Sivaslılar”, “Trabzonlular”, “Mardinliler” ve benzeri “büyükşehir kasabaları” aslında bu mikro milliyetçiliğin yansımaları mı? Doğal olarak reddettim bana yapılan mikro milliyetçi yaftasını. Kızdım da biraz. Ama, düşününce azınlık psikolojisinin yansıması olabileceğini anlar gibi oldum. Değişik ve çoğu “tehlikeli” örnekleri olabilir bu ruh halini, dünya algısını ve şahsın kendini konumlandırma algısını anlatmanın. Kıbrıs en salimi. Belki biraz kızarlar, hatta galiz sözler de kullanabilir hoşlanmayanlar, ama ne hapse atarlar, ne de bir başka cezalandırmayı düşünür Kıbrıs Türkleri bu takıntılı durumlarından bahsettiğim için. “Kendi adamızda azınlık olmak” korkusu diye en kaba şekliyle anlatabileceğim 1974 sonrası Kıbrıs Türk fobisinin tabii ki 1974 öncesi yaşam ve var olma davasıyla, mukavemetçi toplum ruhuyla kavramak mümkün değil. Ancak, birbirine hayat suyu veren ve bu günkü Kıbrıs Türkü kimliğini ortaya çıkaran konular bunlar. Bu fobinin temel unsuru nedir? Dediğim gibi ideoloji önemli rol oynasa ve bahsettiğim durum genelde sol çizgideki Kıbrıs Türk halkı – ki onlar kendilerini yapay “kıbrıslıtürk” diye bileşik ve acayip bir şekilde tanımlarlar – neredeyse tüm toplum katmanlarında değişik oranlarda görülebilir. Bu korkuya Türkiye’den 1974 sonrası, özellikle son 15 yılda gelen ve kendilerinden dünyaya bakış, sosyal yaşam, kültür ve hatta dini anlayış açısından farklı “yerleşiklerin” kendilerini asimile etmekte olduğu algısı sebep olmaktadır. Türkiye’deki siyasi iktidarının korkulan “hegemonik eğilimlerine” adadaki yerel iktidarların mali yardım karşılığı göz yumduğu algısı da hem iki toplum katmanı hem de Türkiye ile Kıbrıs Türklüğü arasında açmazlar ortaya çıkarmaktadır. Kıbrıs Türkü egalitaryan, yani eşitlikçi, bir toplumdur. Bu yapısını büyük ölçüde 1974 öncesindeki mukavemetçi döneminden alsa da, esasında azınlık toplum olmasının sonucudur. Her kesin her zaman söyleyebileceği, ve söylediğinin doğru olduğunu savunabileceği ve toplumun her bireyinin en üstten en alta kadar erişilebilir, dokunulabilir ve hesap verebilir olması temelinde yükselen bir anlayıştır bu. Asker toplum diye de sunulan ama en kaba tarifiyle lidere itaat temelinde ilişkilerin düzenlendiği Anadolu ve diğer Türk dünyası biat kültürüyle taban tabana zıt bir anlayıştır bu. Kıbrıs Türk’üne özel bir anlayış da değil bu egalitaryan dünya görüşü. Yunanlılar da Kıbrıs Rumlarından bu açıdan yakınmaktadırlar. Belki de adalılığın, veya kendi kendine yetebilme anlayasının sonucudur. Kıbrıs Türk halkının din anlayışında da egalitaryan dünya görüşü vardır. Laiklik, Hristiyan toplumlardaki gibi ayrı bir yapı, bir kavram değil, din anlayışının tam göbeğinde de vardır. Laiklik tanımlar içerisine hapsolmamış, büyük bir hoşgörü, süfiizm, şaman kültür artıkları ile yeniden şekillenip, dünya ve ahiret işlerinin ayrımı ve birbirine saygısını doğurmuş. Her yerde cami değil, her insanın kendi öz benliğinde bir hemhal olabilme odağı dinin en önemli özelliği olmuş. Neyi nasıl düşüneceği, ondan tam ve sorgulamasız itaat beklendiği, kendisini sorgusuz sualsiz dine ve dini temsil edenlere, liderliğe tam teslim etmesi gibi bir biat kültürünün özgürlükçü ve egalitaryan bir yaşam anlayışıyla çatışması kaçınılmazdır. 1974 sonrası “yerleşikler” Kıbrıs Türk kültürüne önemli ölçüde asimile olmuş iken, son 15-20 yılda adaya yerleşenlerin, özellikle dini ve kültürel açıdan baskın kimliklerini bırakın muhafaza etmeyi, Kıbrıs Türk kültürünü de kendilerine göre asimile etmeye çalışması gerginliklerin özünü oluşturmaktadır. Oysa, hani o “Kıbrıslı” denilen Kıbrıs Türkü de adaya 1571 ve sonrası tarihlerde gruplar halinde gelmiş ve yerleşmiştir. 1 Ağustos 1571’de adaya gelen de, 1671’de gelen de, ve hatta 2020’de gelen de aynı soydan, aynı boydan gelmediler mi? Hepsinin nesebi Anadolu ise, hangisi daha Kıbrıslı? Sıkıntı ve buzdağı gibi su yüzüne çıkan problem dağlarının uçlarını inkar etmeden çözüm bulmaya çalışılmaz, toplum içinde ve toplum ile Anadolu Türklüğü arasında sağlam kamu diplomasisi köprüleri kurulmalıdır. Bağışlayıcı, uzlaşıcı beraber bir gelecek kültürü kurmaya çalışılmaz isek maalesef sorunların çok daha ciddi aşamalara gelebileceğini görme ve tedbir alma zorundayız. Halbuki gündemimiz çok farklı olmak zorunda. Yazılarını her zaman dikkatle okumaya çalıştığım Dr. Orhan Aydeniz bu hafta Kıbrıs Postası’ndaki köşesinde “Nüfus gerçeği ve tezgahı” konulu bir makale yayınladı. Okumanızı tavsiye ederim. Dr. Aydeniz farklılıkları reddetmeden, mikro milliyetçilik denilen durumu bir kenara iterek, daha yaşamsal bir konuya değiniyor: “Kıbrıs davasında nüfus, en belirleyici ve önemli konudur. Buna rağmen, şimdiye dek hiçbir KKTC hükümeti, Rumlarla aramızdaki açığın kapanması için herhangi bir önlem almadı. Bazı siyasi yetkililerin, ideolojik saplantılar, dayanaksız Türkiye fobisi, çözüme katkı sağlamak ve çeşitli nedenlerle nüfusumuzun artmasını istemediği inkar edilemeyen bir gerçektir. Fakat, Kıbrıs’ta varlığımızı Türk kimliğimizle onurlu bir şekilde sürdürebilmemiz için, Rumlarla aramızdaki açığın artmasını engellememiz kaçınılmazdır. Aksi halde, olası çözüm nasıl olursa olsun, Türkiye’yi adadan uzaklaştırmak amacında olan devletler, adanın tümünü Yunanistan’a vermek niyetlerinden vazgeçmeyecek. Bir gerekçe göstererek, Rum’a vermenin yolunu bulacak.” Dr. Aydeniz Rumların düşük doğurganlık oranına rağmen Mısır’dan, Yunanistan’dan dünyanın her bir köşesinden Rum asıllı veya değil (son pasaport satma skandalını hatırlayın) hiçbir zorluk çıkarmadan, asimile olduk falan diye bağırmadan, kendi vatanımızda azınlık olduk şikayetini aklına bile getirmeden nüfuslarını yeni vatandaşlıklar yoluyla 1963’e göre tam üç misli artırdılar. Gün bu gündür. Yeter artık. Başta Kıbrıs Türk asıllılar olmak üzere, dünyanın dört bir tarafından adaya yatırım yapmak isteyenlere vatandaşlık imkanları açılmalıdır. Yeni hükümet 8,000 vatandaşlık verecek diye vaveyla yapılması ne kadar utanç verici. Çoğu on yıldan fazla KKTC’de yaşayan ama vatandaşlık verilmeyen bu insanlar adaletli bir şekilde haklarına kavuşturulmalıdırlar. Diğer yandan, içimizdeki Rum lobisinin yoğun kampanyalarını artık sonuçsuz bırakmayı başarabilmeli, nüfusumuzun artmasının avantajımız olacağını fark etmeliyiz. Daha önceki “yakınlaşmalar” arasında olan ¼ nüfus ve yeni vatandaşlık saçmalığı, diğer saçmalıklarla beraber çöpe atılmalıdır. Tabii ki kültürel ve toplumsal özelliklerimizin, egalitaryan yapımızın korunmasının yollarını bulmalı ve güçlü bir şekilde savunmalıyız. Ancak, bu azınlık psikolojisini de geride bırakıp, büyük bir bütünün ayrılmaz parçası olduğumuzu anlamanın tam da zamanıdır.