Yusuf KANLI Kurucu Cumhurbaşkanımız Rauf R. Denktaş sıklıkla hep geçmişi yaşamakta, güne gelememekle, ithamıyla ve “Bay Hayır” suçlamasıyla karşılaşıyordu. Rahmetli Başkan diyordu ki, “Rumlar federasyon ister gibi yapıp, üniter devleti bize dayatıyorlar, bizi azınlık haklarıyla Rum devletine yama yapmaya çalışıyorlar.” CransMontana’da ve sonrasında da defalarca sergilendiği gibi Rum liderliği 1975’den bu yana istikrarlı bir şekilde federasyon görüşürken hep üniter devlete Kıbrıs Türkünü azınlık haklarıyla yama yapmayı görüşmüş, egemenlik paylaşmayı, siyasi eşitliği hiç kabul etmeye yanaşmamıştır. “Federasyondan başka bir şey görüşmem demek” aslında “Çözüm istemiyorum, amacım beni seçen Kıbrıs Türk halkının gönencini, haklarını savunmak ve yüceltmek değil, Ruma hizmet, Kıbrıs Türkünün bıkıp, usanıp kendisine Rumun verdiği kadarıyla yetinen, azınlık haklarına razı hale gelen bir topluma dönüşmesine katkı koyacağım” demektir. Rum tarafı görüşür gibi yapıp, zamana oynamaktaydı. Aslında amaç Kıbrıs Türkleri ile paylaşmaya, eşitliğe, ortak yönetime dayalı bir federal çözüm değil Rum cumhuriyetine dönüştürülmüş Kıbrıs Cumhuriyetine Kıbrıs Türklerini bir anayasa tadilatı formülüyle, bazı ileri azınlık ve özerklik haklarıyla monte etmekti. Sadece Başpiskopos Makaryos’un değil, Glafkos Klerides’in, SpirosKipriyanu’nun, George Vassiliu’nun, DimitrisHristofyas’ın ve NikosAnastasiades’in ortak amaçları hep buydu. Milim şaşmadan, uygulama farklılıklarıyla hep bu hedefe doğru ilerlemeye çalıştılar ve çalışıyorlar. Şubat 1962’de Kıbrıs Türklerinin ortaklık haklarını nasıl fazla ve kabul edilmez görüp Aralık 1963’den itibaren soykırım uygulamalarıyla bunları ortadan kaldırmaya çalışan ve Kıbrıs sorununu bu günkü şekliyle ortaya çıkaran mantalite hiç değişmeden bugün de devam etmektedir. Yıllar içerisinde görüldü ve anlaşıldı ki Başkan haklı idi. Onu “Bay Hayır” olmakla suçlayanlar, ki aralarında bu günkü Cumhurbaşkanlığı konuğu bay Mustafa Akıncı da var, gördüler ki Denktaş haklıydı. Haklıydı ama, Stokholm Sendromu mağduru Kıbrıs Türk solu ve bazı kişisel menfaati her türlü değerin üzerinde gören egosantrik kişiler ya “sahiplerine” hizmet aşkı ya da “kişisel çıkar” uğruna bu gerçeği inkara devam ettiler. Ne zamana kadar? Kırılma noktaları oldu bu süreç içerisinde. Akıncı bile zaman oldu Rum tarafının Kıbrıs Türk tarafıyla siyasi eşitlik ilkesi çerçevesinde egemenlik paylaşımını hiçbir zaman içselleştiremediğini ve federal çözüm umutlarının Rumların bu tutumu nedeniyle çöktüğünü itiraf etme, yüksek sesle haykırma durumunda kaldı. Ne var ki nasıl bir proje sonrasında göreve getirilmiş ve sahiplerine ne vermeyi vaat etmiş ise, bir süre sonra Akıncı bir büyük U dönüşü yaparak tekrar federasyon türküsü söylemeye başladı. Üstelik de defalarca Rum liderin suratına kapı kapatması, toplantıyı terk etmesi, kül tablası, kitap fırlatması, alenen aşağılaması, dalga geçer ya da ciddi bir zihinsel gerileme durumundan mustaripmiş gibi çelişkili önerilerle dalga geçmesine rağmen, hangi merkezden talimat gelmiş ise, Akıncı tekrar federalist oldu, “başka da bir şey görüşmem” demeye devam etti. Tekrar ediyorum, “Federasyondan başka bir şey görüşmem demek” aslında “Çözüm istemiyorum” demektir. O kadar. 9 Ağustos yeni başlangıç değil 9 Ağustos görüşmesi ve güya görüşmeler ve süreç yeniden başlayabilecekmiş gibi bir hava estirilmesi yeniden zaman kaybının yanı sıra bir oldu bitti ile Kıbrıs Türkünün çok ciddi bir girdaba sürüklenmesi olasılığını tekrar gündeme getirdi. Mesele klasik Kıbrıs sorununun çok ilerisinde boyutlar taşımaktadır. Üstelik, doğu Akdeniz hidrokarbon gelişmeleri sonrasında yaşanan bu gelişmeler açıkça bir enerji paylaşımı masasından sadece Kıbrıs Türkünü değil aynı zamanda Türkiye’yi de dışarıda bırakma maksatlı düşmanca bir saldırıdır. Rum kesimi, Türkiye’nin ABD dahil Batılı “müttefikleri”, Avrupa Birliği, Rusya ve bölge ülkelerini çeşitli düzenlemeler ve hesaplar ile Ankara’nın karşısında bir cephe oluşturmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin çok başarılı olduğu iddia edilemeyecek dış politikası da maalesef bu duruma katkı koymaktadır. Kıbrıs belki de bir anlamda İdlip, ya da İdlip, Kıbrıs olmuş durumdadır. Ankara’nın bütünlüklü bir yaklaşımla ama kesinlikle Şam yönetimini dışlamayarak yeni bir açılım yapması, esasında çok başarılı bir siyaset izlediği Kıbrıs’ta da rahatlama getirecektir. Suriye’de cesaretli adım atılması şart ABD ile kuzey Suriye’de güvenli bölge tesisi önemli ve geç kalmış bir adımdır. Türkiye’ye neredeyse dört milyon “zorunlu misafir” almadan belki de bu gibi adımlar atılmalı, “açık sınır” adı altında ülke ciddi ekonomik ve güvenlik risklerine yuvarlatılmamalıydı. Ancak Şam’ı dışlayarak yapılacak bir güvenli bölge, ne kadar derin veya sığ olursa olsun, günün sonunda bir PYD devletine meşruiyet aracı haline dönüşebilir. Dolayısıyla, “yanlış yaptık” diyebilmeli ve Başer Esat rejimiyle bir şekilde tekrar temas kurulmalıdır. Türkiye karşıtı büyük komplo ancak bu şekilde ciddi akamete uğratılabilir. Türkiye bu zincirleri kırabilmeli, ne ABD’nin PYD kartına ne de Batı’nın doğu Akdeniz’deki emperyalist planlarına uyanık olmalıdır. Şimdi onurlu olmak zamanıdır Kişisel değerlendirmeleri, “kızıma istediğini vermediler küstüm” ya da “Canım o bile aday olabiliyor ise ben niye olmayayım” hesapları ya da “bu kavga kızışsın, bana da ganimetten pay düşer” mantalitesi bir kenara konulabilmelidir. Şanlı Türk Mukavemet Teşkilatı’nın sivil partisi olduğunu söyleyen ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kurduğunu iddia eden bir siyasi partinin ciddi bir sınavı vardır bugün. Ya “Biz büyük partiyiz, tabii ki bizim adayımız olacak, olmalıdır” bağnazlığıyla ulusalcı seçmen tabanı bölünecek, 2015’de olduğu gibi bazı önemli milliyetçi şahsiyetler kişisel menfaatlerine hizmet edilmediği değerlendirmeleriyle gidip bir kez daha Akıncı veya benzeri teslimiyetçi ve Rum sevici bir başka adaya, sırf inat olsun diye oy vererek göreve getirecekler, ya da kendilerine yakışan duruşu muhafaza edecekler. Bu hassas dönemeçte hem Kıbrıs Türk hem de Türkiye, yani toplumsal ve ulusal çıkarlara tahmin edilemeyecek yaşamsal zararlar verecek birisini göreve tekrar getirilmesi açık bir şekilde tüm değerlerimize ve ülküye ciddi tehdit oluşturacaktır. Ulusal dava, milli çıkarlar ve vatan savunması kara cahil bir mantaliteyle, “Ya benim ya kara toprağın” yaklaşımıyla değerlendirilemez. Özveri gerekiyor ve yapılamıyor ise, zaten ne ulusalcı, ne milliyetçi olunamaz. Şimdi onurlu duruş zamanıdır. Kıbrıs’ta ulusal kesim tek aday ve tek politika etrafında kenetlenmelidir. Tek adayla, iki devletli çözüm hedefiyle Cumhurbaşkanlığındaki fetret devrine son verilmeli, rahmetli Başkan’ın koltuğuna ona layık birisi oturtulmalıdır. Kuşkonmaz festivalinden, ebe gümeci etkinliğine kadar her yerde endam eylemeyi iş bilen ama 16 Ağustos 1974’de Gazimağosa’nın Muratağa, Sandallar ve Atlılar köylerinde Rum komşularınca elleri bağlı bir şekilde yakın mesafeden kurşuna dizilip canlı canlı toprağa topluca gömdükleri, bebesiyle, ninesiyle, dedesiyle bir iki değil 216 Kıbrıs Türkünü anma etkinliğine katılmayı dahi düşünemeyen Akıncı ve o mantaliteyi devletin başından uzaklaştırmak birinci vazife olmalıdır. Artık yeter. Kimse parmağının arkasına saklanmamalı, başkası üzerinden kişisel hesaplar da gütmemelidir. Mesele tek adaya, tek hedefe odaklanmaktır.