Bu hafta Türkiye-AB zirvesine ve varılan "Muhteşem sonuca" odaklanmak lazımdı. Olmadı. Cumartesi günü ininden çıkan bir canavar İstanbul’un kalbi İstiklal Caddesi’ni kana buladı. Zaten Ankara patlamalarıyla bıkkınlık, korku ve endişe içerisindeki Türk halkı çaresizlik girdabına yuvarlandı.

Koca bir salon dolusu genç iletişim öğrencisi veya mesleğin daha en başındaki gazetecilerle bir arayaydık. Bir arkadaşımız yaklaşıp kulağıma "İstanbul’da, İstiklal Caddesinde patlama olmuş, ölü ve yaralılar varmış" dediği anda gözüm yaş doldu bir anda. "Yine mi?" dedim içimden ve yavaşça salon dışına çıkıp, ne olduğunu öğrenmeye çalıştım. Kısa sürede tüm salon acı haberi öğrenmişti.

"Bombalı saldırı" ve ölü ve yaralılar olduğu haberi geldiğinde. Kimse ne ölen ve yaralıların kimliğini ne de hangi örgütün bu canavarca eylemi yaptığını o an bilmiyordu, ama zaten fark etmezdi de. "Veri Gazeteciliği" veya "verileri doğru okuma" idi konumuz ama veri falan okuyacak ne zihinsel kapasite ne de istek kalmıştı salonda...

Ara verdik. Terörün de hedeflediği de bu değil mi? Korkutmak, yıldırmak, bezdirmek ve çaresizlik girdabına ittiği toplumlar ve hükümetlere kendi arzularını bir şekilde empoze etmek, yapılmasını zorlamak. Gençlere anlatmaya çalıştık. Bezginlik, perişanlık, çaresizlik sadece tek bir anlama gelir, yenilgiyi kabul etmiş olmak...

Mümkün mü? Yenilgi kabul edilebilir mi? Teröre böyle teslim olmak herhangi bir amaca hizmet eder mi?

Gazeteciler Cemiyeti’nin İngiltere Büyükelçiliği sponsorluğunda gerçekleştirdiği bu çalıştayın son hazırlık aşamasında tüm işi arkadaşlarımıza bırakmış, Cemiyetimiz önceki başkanı Beyhan Cenkçi’yi anmak ve bazı konuları araştırmak için neredeyse tüm Yönetim Kurulu üyeleri olarak Kaş’ta idik. Arkadaşların "güvenlik önlemi" talebi geldiğinde tüm etkinliğimiz kullanılarak, olabildiğince en üst yetkililere ulaşarak istemimiz iletilmiş ve sonuçta çalıştayın gerçekleştiği otelin içinde, konferans salonunda ve otel çevresinde ciddi önlem alınmasını sağlamıştık. Ancak yine de salonda ciddi bir panik havası vardı.

Nasıl olmuştu da Türkiye’nin şehirleri terör girdabına düşmüş, halk çaresizliğe yuvarlanmıştı... Anneler, babalar neden gençleri "evde oturmaya" ikna etmeye çalışıyor, müdahaleci oluyorlardı? Niye sokakların "Vahşi" olduğu kanısı yayılmıştı?

Bu duruma devletin ve hükümetin bir an önce cevap geliştirmesi gerektiği gibi aynı zamanda bazı alanlarda politika düzeltmelerine gitmenin de şart olduğu artık teslim edilmelidir. Terör veya daha doğru konuyu ortaya koymak gerekir ise şehirlerdeki terör sadece güvenlik önlemleriyle çözülemez. Şehirlerin Orvelyan bir yaklaşımla "Büyük Birader" gözleri, kameralarla donatmak da tek başına yeterli değil, sadece özel yaşamın sınırlanması sonucunu doğuruyor bunlar.

Peki ne yapmak lazım? Öncelikle halkın kendini daha güvenli olduğunu hissedebilmesi için pasif güvenlik önlemleri yoğunlaştırılmalı, patlayıcılar şehirlerin bir yerlerinde patlamalarını beklemek yerine, şehirlere girmeden ele geçirilmesinin yolu bulunmalıdır. Kaş’ta idik demiştim ya, Ankara’ya 10 kilometre kalıncaya kadar hiçbir kontrol yok iken Başkent girişinde bir bölük askerin yolu kesip arama yapması hoş bir durum mu? İstihbarat nerede? İstihbarat olmadan, şehir girişinde kurulacak barikatlarla bu konuda başarı elde edilebilinir mi? Olsa olsa korkunun artmasına sebep olur bu gibi palyatif önlemler.

Emniyet ve istihbaratın gazeteciler, iktidara itaat etmeyen cemaatler ile uğraşmanın yanı sıra ve ondan kat be kat fazla halkın güvenliğine yönelik ve maalesef bazı müttefiklerimizce bile "özgürlük savaşçısı" olarak görülen bu canavarlarla mücadelesi şart değil mi?

Efendim, patlayanın yanı sıra onlarca tehdit emniyet ve istihbarat tarafından engelleniyormuş. Bir tek tehdidin bile icraata dönüşmesi zafiyet olduğunu gösterir. "Makamda yorulmak" ciddi bir olay olduğu kadar sorumluların hesap vermesi, cezalandırılması da hem halka güven verir hem de görevdeki personele "yanlış yaparsanız hesabını verirsiniz!" güçlü mesajını iletir. Her ikisi de önemli değil midir?

Çocuklarını "potansiyel tehlikeden koruma" dürtüsünden dolayı aileleri tabii ki kınayamayız. Ancak, hükümetin nasıl olur da sokaklar, caddeler, şehirler "vahşi" alanlar oldular konusunu oturup bir dşünmesi gerekir. Halk "teslimiyet" ve "bıkkınlık" içerisine düşmemeli, asla "çaresiz" hissetmemeli. Doğru. Terör de bunu hedeflemiyor mu? Ama, Allah aşkına hangi önlem alındı, hangi görevini yerine getiremeyen hesap verdi ki halk "Devlet her şeyin farkında, önlemler alıyor, beş ayda Ankara’da üç patlama, 170’den fazla ölü sadece ‘istisnai durum’. Yoksa devlet görevini yapıyor" diyebilsin? İstanbul’daki eylem, Allah korumuş, çok daha kalabalık bir yerde, günde olabilir, acının boyutu çok daha yüksek olabilirdi. Ama, bir kişinin bile ölmesi, küçük kıyamet değil midir?

İstanbul saldırısında ölen İsrail ve İran vatandaşları için de elbette çok üzüldük. Canın, kanın bir birinden ayrılması, ayrı düşünülmesi, ayrı etiketlendirilmesi mümkün mü? Canın hayattan kopartılması her şartta lanetlenmelidir.

Bunu bile yapamıyor isek, insan mıyız diye düşünmek durumundayız. O durumda, bombayı patlatan hilkat garibesi mahluk ile farkımız kalır mı?

***

Bu arada bir kaç cümle ile Türkiye-AB zirvesini değerlendirecek olursak, Rum kesimi mutlu. Tüm AB’nin  AB yolunun Rum kesimiyle ilgili "Ankara Protokolünün tam uygulanmasından geçtiğini" Ankara’ya net ilettiğine inanıyorlar. Ankara mutlu, geçen defalarda gümrük birliği karşılığında veya görüşme tarihi karşılığında adım atmıştı, şimdi kaç milyar euro alacak. Türkiye mutlu, bol bol Suriyeli göçmen alacak, para alacak, tampon bölge olacak. İyi denge, değil mi? Herkes mutlu.