Gazeteciler Cemiyeti tarafından Avrupa Birliği (AB) desteğiyle yürütülen Demokrasi için Medya / Medya için Demokrasi (M4D) Projesi kapsamında, 20 Mart’ta Cumhurbaşkanı Kararı ile feshedilen İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin “Türkiye’nin tartıştığı İstanbul Sözleşmesi nedir, ne değildir? İstanbul Sözleşmesi neden rahatsızlık yarattı?” başlıklı online söyleşi düzenlendi

NAZ AKMAN/ANKARA- Gazeteciler Cemiyeti tarafından Avrupa Birliği (AB) desteğiyle yürütülen Demokrasi için Medya / Medya için Demokrasi (M4D) Projesi kapsamında, Türkiye’nin tartıştığı İstanbul Sözleşmesi nedir, ne değildir? İstanbul Sözleşmesi neden rahatsızlık yarattı?” başlıklı online söyleşi gerçekleştirildi. Gazeteci Zeynep Gürcanlı yönetiminde Prof. Dr. Feride Acar’ın konuk olduğu söyleşide, Türkiye’nin gündeminde olan İstanbul Sözleşmesi'nin detayları konuşuldu. Söyleşide, geçmişte İstanbul Sözleşmesi Uzman Grubu (GREVIO) Başkanlığını yürüten Prof. Dr. Feride Acar, 2006 yılında Avrupa Konseyi’nin bağımsız uzmanlarından oluşan görev gücünün çalışmaları sonucunda inşa edilen, 47 Avrupa Konseyi üyesi ülke tarafından müzakere edilerek 34 ülkenin onayladığı, 45 ülkenin ise imzaladığı İstanbul Sözleşmesi’nin maddelerini, amaçlarını ve kapsamını değerlendirdi. [caption id="attachment_208680" align="alignright" width="300"] Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı ve M4D Direktörü Yusuf Kanlı[/caption] Kanlı, “Kadın erkek eşitliği doğanın gereğidir” Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı ve M4D Direktörü Yusuf Kanlı kadına yönelik şiddette cezasızlık ve cezada indirimin yapılmaması gerektiğine işaret ederek, “İstanbul Sözleşmesi özelinde Türkiye’de kadın haklarını, kadın hareketlerini, toplumun ortak hareketinin önemini, modern Türkiye’de kadının yerini konuşacağız. Kadın erkek eşitliği doğanın gereğidir, doğal bir şeydir. Kadının doğurganlığını bir adım önde olduğunu dikkate aldığımızda yaşanan bazı gelişmelerden utanç duyuyoruz. Kadına yönelik şiddet vakalarında cezasızlık veya cezada indirim görenleri kınıyorum” dedi. Prof. Dr. Feride Acar hakkında bilgi vererek konuşmasına başlayan söyleşinin modereatörü gazeteci Zeynep Gürcanlı, “ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi öğretim üyesi Prof. Dr. Feride Acar, ODTÜ bünyesinde Kadın Çalışmaları Anabilim Dalının kurulmasının öncülerinden biridir. 1997-2018 yılları arasında farklı pozisyonlarda Birleşmiş Milletler (BM) Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması (CEDAW) Komitesi içerisinde yer alan Acar, geçmişte İstanbul Sözleşmesi Uzman Grubu (GREVIO) Başkanlığı görevini yürüttü. Kadın hakları alanındaki mücadelesi nedeniyle 2019 yılında Avrupa Konseyi Liyakat Madalyası'na değer görülen Acar, Türkiye’de ve dünyada kadın hareketinin önemli figürlerinden biri. Özellikle Avrupa Konseyi nezdinde İstanbul Sözleşmesi çerçevesinde oluşturulan Uzman Grubu (GREVIO) başkanlığı döneminde hakikat en önde giden savunuculardan biriydi” sözlerine yer verdi. [caption id="attachment_208681" align="alignleft" width="700"] Gazeteci Zeynep Gürcanlı[/caption] Tüm dünyada kadın erkek eşitliğinin tam olarak sağlanması için 135,5 yıl gerekiyor Dünya Ekonomik Forumu’nun cinsiyet eşitliği konusundaki verilerini paylaşan Gürcanlı, geçtiğimiz yıl tüm dünyada kadın erkek eşitliğinin tam olarak sağlanması için 99,5 yıl gerektiğini ancak salgın ile birlikte bu sayının 135,5 yükseldiğini ifade etti. Salgın sürecinde kadın erkek eşitliğinde durumun kadınların aleyhine 36 yıl kadar geriye gittiğini, ekonomik eşitlik için 268 yıla ihtiyacımız olduğunu söyleyen Gürcanlı, söz konusu tabloda Türkiye’de gerilemenin olduğuna dikkat çekti. 156 ülke üzerinden yapılan araştırmanın sonuçlarına göre Türkiye’nin üç basamak gerileyerek, 133’üncü sırada yer aldığını bildirdi. 20 Mart’ta Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı ile Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesinin ardından son durum hakkında bilgi veren Acar, “Türkiye’nin çekilme bildirimi yapması hakikaten son derece üzücü bir gelişme oldu. İçinde bulunduğumuz durum, insanı düşündüren ve utandıran bir durum” dedi. İstanbul Sözleşmesi’nin tarihi süreci İstanbul Sözleşmesi’nin temellerinin 2006 yılında Avrupa Konseyi genel sekterinin bağımsız uzmanlardan oluşan görev gücüyle atıldığını ifade eden Acar, bu süreci şöyle anlattı: “İstanbul Sözleşmesi Türkiye ve dünya için çok önemli bir sözleşme. Dünyadaki kadın erkek eşitliğinin salgın dolayısıyla daha olumsuz etkilendiğini gördüğümüz bu noktada, sözleşmenin neden bu kadar önemli olduğunu ve Türkiye’nin buna dahil olmama yönünde bir irade göstermesinin ne kadar endişe verici olduğunu anlayacağız. 2006 yılında Avrupa Konseyi genel sekteri bağımsız uzmanlardan oluşan sekiz kişilik bir görev gücü kurdu. Görev gücü, Avrupa’da kadınlara yönelik şiddeti incelemekle görevlendirildi, bağısız uzmanlardan biri de bendim. Kadınlara yönelik şiddet tüm Avrupa ülkelerinde rastlanılan bir durum. Her ülkede bu konuyla ilgili birbirinden farklı kanuni cezai düzenlemeler, kurumsal tedbirler yer alıyor ancak bu anlamda bir standart yok. Bu standart hem şiddetin tanımı konusunda hem de nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusunda yok. Görev gücü olarak kadınlara yönelik şiddet durumu tespit ettikten sonra verdiğimiz raporda, birinci maddede Avrupa çapında hukuken bağlayıcı bir sözleşme yapılması gerektiğini, standartların bütün devletler için aynı olmasını sağlamanın mücadelede önemli bir adım olacağını belirttik. Bunun sonucunda da sözleşmenin hayata geçirilmesi için girişimler başladı. Görev gücü 2006-2008 yıllarında çalıştı, bu sırada 2009 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) çok bilinen Nahide Opuz Türkiye kararını verdi. AİHM, kadınlara yönelik şiddet konusunda devletin sorumluluğu olduğunu, bu özel durumda önlemek ve korumak açısından Türkiye’nin sorumluluğunu yeterince yerine getirmediğini belirterek, Türkiye’yi mahkûm etti. Dolayısıyla bu sadece Türkiye için değil, diğer ülkeler için de itici bir güç oldu. AİHM’nin bu kararı tüm devletleri hukukun böyle işlediğine ilişkin bir göstergesi oldu. Avrupa Konseyi üye devletlerinden sözleşmenin yapılması için temsilci istendi ve 2009’dan 2010’a kadar müzakereler sürdü. 2010’un son altı ayında Türkiye, Avrupa Konseyi başkanlık dönemine girdi. Başkanlık dönemine girildiğinde her devletin kendisi için öncelikli olan birtakım politikaları ilan etmesiyle Türkiye belki de Opuz kararının itici gücüyle kadınlara yönelik şiddet konusunu ciddiye aldığını ve Avrupa Konseyi Sözleşmesi yapılmasını istediğini açıkça belirten öncelikli konular arasına aldı. Sözleşmenin müzakereleri 47 ülke arasında yapıldı, 11 Mayıs 2011’de Türkiye’nin başkanlık döneminin son toplantısında İstanbul’da sözleşme imzaya açıldı o nedenle adı İstanbul sözleşmesi oldu.” [caption id="attachment_208682" align="alignleft" width="333"] Prof. Dr. Feride Acar[/caption] Acar, “Sözleşme, Türkiye’nin kadınlara yönelik şiddetle en etkin şekilde mücadele etmek istiyoruz deyişinin bir ifadesiydi” Sözleşmenin tüm Avrupa Konseyi ülkeleri için yapıldığının altını çizen Acar, “Bu sözleşme Türkiye için yapılmadı. 2011 yılının Mayıs ayında imzaya açılan ve Türkiye’nin çekincesiz olarak ilk imzası olduğu sözleşmenin ardından 6284 sayılı ailenin korunmasına ilişkin kanun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden (TBMM) geçti. Biz doğru olanı yaptık, sözleşmeyi kabul ettik ve mevzuatımız buna uygun olmadığı için uygun hale getireceğimizi belirttik. Daha sözleşmeyi resmen onaylamadan bu yasal zemini yaptık, 25 Kasım 2012’de bu sözleşme TBMM’de tüm partilerin onayıyla geçmiş oldu. Böyle tarihsel sürecin sonucunda ortaya çıkan sözleşmeden söz ediyoruz. Bu sözleşme bir nevi Türkiye’nin kadınlara yönelik şiddette sadece kendisini sorumlu hissettiği için değil kadınlara yönelik şiddetle en etkin şekilde mücadele etmek istiyoruz deyişinin bir ifadesiydi. Sözleşmeden çekilmek anlaşılır bir durum değil. Bu sözleşme imzaya açıldı 47 Avrupa Konseyi üyesi ülkenin 34’ü bu sözleşmeyi onaylamış durumda, 45’i imzalamıştır. Şimdiki duruma göre 1 Temmuz’da bu sayı Türkiye’nin çekilmesiyle 33’e inecek gibi. Sözleşmeyi imzalamayan iki Avrupa konseyi üyesi ülke Rusya ve Azerbaycan’dır. Ayrıca Avrupa Konseyi bünyesindeki bazı ülkelerin üyesi olduğu AB’de sözleşmeyi imzalamıştır” sözlerine yer verdi. Önleme, koruma, kovuşturma ve bütüncül politikalar geliştirme İstanbul Sözleşmesi ile devlete yüklenen sorumluluklar ve yaptırımlar hakkında bilgi veren Acar, “Sözleşme, devlete kadınlara yönelik şiddetle mücadele etmek üzere dört yükümlülük getiriyor. Bunlar; şiddeti önleme, şiddet mağdurlarını koruma, şiddet uygulayanlara yönelik kovuşturma ve cezalandırma ile kadınlara yönelik şiddeti kendi başına bir algıymış gibi düşünmeden bütüncül politikalar geliştirmek. Sözleşmenin esas ayırıcı özelliği dördüncü maddesidir. Devletler, kadınlara yönelik şiddetle mücadele ederken unutmamalıdır ki şiddet olgusunun bir sebebi vardır ve bu sebeple bütüncül politikalarla mücadele edilmelidir. Sözleşme diğer sözleşmelerden daha ileri giderek, bu sebebin sosyolojik olduğunu nedeninin kadın erkek eşitsizliği olduğunu ve bu güç eşitsizliğinin ayrımcılığa neden olduğunu belirtiyor. Ayrımcılığın en kötü biçimi şiddet olarak kendini gösteriyor. Sözleşmede tarihten gelen güç eşitsizliğinin yeniden üretilmesine dikkat çekiliyor ve bununla her yoldan mücadele edilmesi gerektiğine işaret ediyor. Kadın ve erkekler arasında güç eşitsizliği olduğu, bunun kadınlar aleyhine bir ayrımcılık getirdiğini ve sonuç olarak şiddete döndüğünü kabul edip bu yönde politikalar geliştirilmeli diyor. Bütüncül politikalarla kadına şiddet engellenebilir” diye konuştu. “Toplumsal cinsiyetin biyolojik cinsiyetle alakası yoktur” Kadına yönelik şiddet kapsamında son yıllarda iktidar kanadından sıkça gündeme getirilen “fıtrata aykırı eşitlik” söylemini değerlendiren Acar, “Kadın ve erkek eşittir, eşit olmalıdır. Bunu söyleyebilmek için eşitlik ve aynılık kavramını ayırmak gerekiyor. Kadınlar ve erkekler aynı değiller. Sadece biyolojik cinsiyetle olayı açıklamanın ötesine geçen sosyal bilim vardır. Biyolojik cinsiyetin ötesine geçen toplumsal ve kültürel olarak belirlenen birtakım cinsiyet rolleri vardır. Sözleşme pek çok yanlış anlaşılmaya neden olan maddesinde, ‘toplumsal cinsiyet kadınlar ve erkekler için belli bir toplum tarafından uygun görülen ve sosyal olarak inşa edilen roller davranışlar, eylemler ve nitelikler anlamına gelir’ diyor. Toplumsal cinsiyetin biyolojik cinsiyetle alakası yoktur. Sözleşmenin toplumsal cinsiyetten kastettiği, kaynaklardan aynı şekilde yararlanmak, bütün görevlere gelebilmek, haklardan eşit faydalanmak ve eşit muamele görmektir” dedi. “İstanbul Sözleşmesi bir eşcinsellik sözleşmesi değil” Sözleşmede yer alan “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği” kavramlarının “LGBTİ’yi teşvik etme” şeklinde yorumlanarak gündeme gelmesini eleştiren Acar, “Sözleşmeyle LGBTİ’yi teşvik etme gibi bir şey söz konusu olamaz. Toplumsal cinsiyet kavramı tarif edilirken üçüncü bir cinsiyetten söz edilmiyor. Sözleşmenin eşcinselliği teşvik etmesi söz konusu değil. Bu kelime sözleşmede geçmediği gibi cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği terimleri de sözleşmenin sadece temel haklar ve özgürlükler maddesinde yer alıyor. Bu maddede tüm insanlara temel hakları ve özgürlükleri konusunda devletin eşit muamele göstermek zorunda olduğunu, ayrımcılık yapılmaması gerektiğini belirtiyor. Yaklaşık 20 küsur maddede, mülkiyet, ırk, cinsiyet, medeni durum, bedensel veya zihinsel engellik durumu gibi konularda eşitliğe yer veriliyor, bunlar arasında cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği de yer alıyor. İstanbul Sözleşmesi bir eşcinsellik sözleşmesi değil, eşcinsellere büyük haklar getiren veya daha çok fırsatlar yaratan bir sözleşme değil” diye konuştu. “Aile içine müdahale edilmez” anlayışı Ev içi şiddete müdahil olmada mevcut yasal çerçeve konusunda bilgi veren Acar, “6284 Sayılı kanun, bir anlamda sözleşmeden daha ileride bir mana taşıyor. Kanun aile içi şiddet diyor, sözleşmenin orijinali ise ev içi şiddet. ‘Aile içine müdahale edilmez’ anlayışı demode bir anlayış. Ne uluslararası hukuk anlayışında ne de Türkiye’nin hukuk anlayışında böyle bir algı yok. Bu davranış biçiminin, yaklaşımın dönüştürülmesi gerekiyor. Türkiye’de, fiziksel şiddet dışındaki diğer şiddet türleri üzerinde pek durulmuyor. Her türlü fiziki, psikolojik şiddet, hem fiziksel ortamda hem de sanal ortamda ısrarlı takip, cinsel taciz, kadın sünneti, gebeliği zorla sonlandırma, kısırlaştırma, zorla evlendirme hepsi ayrı ayrı şiddet biçimleridir. Bunların birçoğu sokak değil ev içinde olan şiddet türleridir. Dolayısıyla bunlara devlet görevlilerinin müdahale edememesi günümüz insan hakları anlayışına aykırıdır” dedi. “Kültürel, dini, toplumsal, geleneksel kural ve adetlere uygun davranmadığı iddiası kadına yönelik şiddet için gerekçe oluşturamaz” Sözleşmenin, töre, örf ve gelenekleri gündeme almamasına yönelik tartışmalara da değinen Acar, “Hangi töre, hangi, örf hangi adet? Sözleşme, ‘kültür, din, adet, gelenek veya sözde namus, kadınlara yönelik şiddette haklı gerekçe olarak kabul edilemez’ diyor. Mağdurun, kültürel, dini, toplumsal ya da geleneksel kural ve adetlere uygun davranmadığı iddiası kadına yönelik şiddet için gerekçe oluşturamaz. Sözleşme kapsamındaki politikalarla tüm bunların önlenmesi ön görülüyor. Sözleşme her geleneği değiştirin dönüştürün demiyor, hangi gelenektir ki şiddet için gerekçe oluşturuyor bunu dönüştürmek gerekiyor. Bu sadece İstanbul Sözleşmesi’nde değil, Türkiye’nin taraf olduğu BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi’nde de yer alır” diye konuştu. İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinden sonra 6284 Sayılı Kanun İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinden sonra 6284 Sayılı Kanun’un işlenmesi konusunda bilgi veren Acar, iç hukukun sözleşmeden etkilenmesi hakkında, “6284 Sayılı yasada, sözleşmedeki önleme, koruma, kovuşturma ve bütüncül politikalar geliştirme unsurlarından sadece daha çok mağduru koruma ve kovuşturmaya yönelik maddeleri yer alıyor. Farkındalık yaratma, eğitim sistemine bu konuyu dahil etme gibi politikalar henüz mevzuatımızda yok. Bütüncül politikalar yine mevzuatımızda yer almıyor. 6284’ü doğrudan etkiler mi etkileyebilir, ama iç hukuk şu an zaten GREVIO raporuyla da tespit edildiği gibi mükemmel durumda değil, bunun iyileştirilmesi için adım atılıp atılmayacağını bekleyip göreceğiz. Kanunlarımız zaten yeterince etkinse o halde neden sözleşmeden çekiliyoruz?” dedi. Kadına yönelik şiddetle mücadelede geliştirilebilecek bütüncül politikalar Kadına yönelik şiddetle mücadelede geliştirilebilecek bütüncül politikalar ve mevzuatta yapılabilecek değişiklikler konusunda fikrini belirten Acar, “Meyanın burada önemli bir rolü var. Medya üzerinden toplumda farkındalık yaratılması çok önemli bir konu. Sadece eğitim sistemi değil, bütün meslek gruplarının kadına yönelik şiddet konusunda duyarlılık kazanması, özenli davranmaları konusunda yetiştirilmeleri gerekiyor. 2018 yılında sözleşmenin izleme organı olan GREVIO Türkiye’ye geldi ve 2014’ten itibaren yürürlükte olan sözleşme kapsamında Türkiye’de geçen süre zarfında gelişen tüm her şeyi inceleyerek yaklaşık 100 sayfalık bir rapor hazırladı. Orada nelerin yapılması gerektiği son derece ayrıntılı anlatılıyor. Sözleşme aslında bir reçete gibi, devletlerin ne yapması gerektiği konusunda yol gösteriyor. Türkiye’de çok basit somut eksiklikler var. Pek çok şiddet türü bizim ceza kanunumuzda yer almıyor. Bunun yapılması gerekiyor, uygulamadaki mevzuattaki somut eksiklik bu. Sözleşme, şiddet konusunda bir şiddet hattını ön görüyor. Türkiye’de böyle bir şey yok. KADES bir aplikasyon gelişirdi fakat Türkiye’de tüm kadınların akıllı telefonu olduğunu ve uygulamayı kullanabilecek yeterlilikte olduğu konusu çok şüpheli. Sığınma evleri konusunda eksikliğimiz var, ülkenin her yerinde sığınma evleri olmalı. Cinsel taciz kriz merkezleri kurulmalı. Şiddet konusunda ciddi bir finansal kaynak, insan gücü ve STK’lara yakın çalışmaların yapılması gerekiyor” önerilerinde bulundu.