Şâzeli tarikatının kurucusu Şeyh Muhammed Zâfir’in oğlu olarak 1878 yılında dünyaya gelen Mehmet Ali Laga, ressamlığının yanı sıra müzisyen kimliği ile de biliniyor. Beşiktaş’ta bulunan ve şu an kullanılmayan köşkte, ailenin son temsilcileri olarak oturma hakları bulunması rağmen, Ankara’da yaşamayı tercih eden Yatıkkaya kardeşlerin evine misafir olarak, Ali Naci Yatıkkaya’dan Laga’nın ve köşkün hikayesini dinledim

“İki konak... Yansıyan bir evdi Bir yüzdü havuzda Ev yıkıldı Yüzü yüzler götürdü Ve boşaltıldı havuz Kentin sokaklarında şimdi Akar gider unutuş.” (Zâfir Konağı’nda Bir Tuhaf Zaman: Güngör Tekçe) [caption id="attachment_134422" align="alignright" width="252"] Zâfir ailesine mensup, asker
kökenli empresyonist ressamlarımızdan biri Mehmet Ali Laga[/caption] RÖPORTAJ / SULTAN YAVUZ (ANKARA) 1800’lü yılların son çeyreği... II. Abdülhamit’in tahta çıkacağı belli değildir, hatta imkansız gibi görünmektir. Ancak, Trablusgarp’taki Şâzeli tarikatının ileri gelenlerinden Şeyh Muhammed Zâfir, Abdülhamit henüz şehzadeyken ona tahta çıkacağını söylemiştir. Aralarında kurulan bağ derinleşinçe ve II. Abdülhamit tahta çıkınca, ruhani lideri olarak gördüğü şeyhi, kardeşleriyle birlikte İstanbul’a çağırır. Oturmaları için tahsis edilen iki konaktan biri alaturka, diğeri alafranga kültürünü yansıtmaktadır. Bugün Beşiktaş’ta Barbaros Bulvarı üzerinde bulunan bu konaklar, kullanılamaz durumda olsalar da, bir zamanlar saat beşte başlayan meşklere, İstanbul simidi ve tulum peynirinin eşlik ettiğini, orada yaşayan insanların zarafatini Mehmet Ali Laga’nın torunları hatırlıyorlar... Şeyh Muhammed Zafir’in biri Sudanlı, biri Osmanlı cariyesi olmak üzere iki kadından çocukları olur. Bunlardan biri Fatma adındaki kızı, diğer ikisi de Mehmet Ali ismindeki oğulları... Muhammed ve Ali isimlerinin, sülalede yaygın kullanıldığına işaret eden ve kendisinin diğer adının da Ali olduğunu söyleyen Ali Naci Yatıkkaya, bunun nedeninin tarikatla bağlantılı olabileceği görüşünde... İlk Mehmet Ali diş hekimi olurken; ikincisi subay olmaya karar verir ve aldığı resim ve müzik eğitimi ile o dönemki 11 asker kökenli ressamdan biri olur. Ressam Mehmet Ali Laga evlenmemiştir ama diğer kardeşi evlenince, onun da Fahire isimli çocuğu olur. Fahire Özçolpan, Naci ve Uğur kardeşlerin annesidir ve Zâfir sülalesinin son temsilcileri de Naci ve Uğur kardeşlerdir. Zâfir soyadı ise soyadı kanunuyla değişmiştir. İstanbul’daki iki köşkte yaşayan ailenin tek çocuğu olan Fahire Hanım, teyzesine verilince teyze oğlu ile evlendirilmiş. Ali Naci Yatıkkaya, “Annem köşkte yaşasaydı, o da evlenmezdi, bekâr kalırdı muhtemelen” diyor. Köşkte yetişmeyen ama gelip gitme hakkına sahip olan kardeşlerden Ali Naci Yatıkkaya köşklere dair şunları söylüyor, “Köşkler hâlâ duruyor, biz oturmadığımız için başkası da kullanamıyor. Aslında camisi ve kütüphanesi de olan bir külliyeden bahsediyoruz. Biri alaturka, diğeri alafranga... Ertuğrul Tekkesi Camisi olarak da geçiyor. Zaten II. Abdülhamit’in tüm alayları, o tekkenin önünden geçerek giderler. Zira onun en büyük hocası, Şeyh Zâfir. Şimdi hem onun hem de kardeşlerinin türbeleri var.” “Laga’nın resimlerinin bu kadar değerli olduğunu sonradan öğrendik” Bu iki konakta büyüyen çocuklar, resim ve müzikle iç içe yaşarlar. Bir yandan piyanoya aşina olurken, diğer yandan ud sesini tanırlar. Mehmet Ali Laga da, buradaki eğitimi nedeniyle hem ressam hem de müzisyen olabilmiştir. Hoca Ali Rıza’nın yönlendirmesiyle empresyonizme eğilen Laga’nın en yakın arkadaşı da, kendisi gibi asker bir ressam olan Sami Yetik’tir. Yetik ile dostlukları bir ömür sürecektir. Naci Yatıkkaya, asker bir ressam olduğu için Çanakkale Savaşı’nda tüm cephenin resmini çizmesi istenen Laga’nın o eserlerinin şimdi Çanakkale’deki Deniz Müzesi’nde sergilendiğini aktarıyor. Çanakkale Savaşı’ndan sonra Bursa’da resim öğretmenliği yapan Laga, aynı zamanda Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin de kurucuları arasında yer alıyor. Emekli olana kadar askerliğe devam eden Laga, daha sonra Büyükada’ya çekilerek, kendisini resimlerine veriyor. Beşiktaş’ta ve Büyükada’da atölyeleri bulunan Laga’nın çok sayıda eser ürettiğini ancak kendilerine 300 kadarının ulaştığını kaydeden Yatıkkaya, eserlerin bir bölümünü de annesinin eşe dosta hediye ettiğini belirtiyor. Annesi Fahire Hanım’ın daha sonra atölyelerdeki eserleri topladığını kaydeden Yatıkkaya, bu eserlerin çok kıymetli olduğunu uzun yıllar bilmediklerini vurguluyor. O dönemki parçalar için, “Hatta benim çocukken oynadığım altın kakmalı bir hançerim vardı. Ben onunla oynar, taşlarını sökerdim. Meğer o taşlar yakutmuş” diyor. Yine benzeri bir durumu da şu sözlerle anlatıyor, “Çocukken kardeşimle top oynarken camı kırınca, Laga’nın bir tablosunu camı kapatmak için çerçeveye çakmıştık ve annem çok kızmıştı. Sonradan o tablo satılırken, insanlar bu dört deliğe anlam veremiyordu, biz de geçiştiriyorduk” diyor. “Mehmet Ali Laga’nın tabloları nerede?” Ali Naci Yatıkkaya, 1977 yılında bir gazetede gördükleri ilanla, ellerinde bulunan tabloların ne kadar kıymetli olduğunu fark ettiklerini söylüyor. İranlı Yahşi Baraz isimli bir galerici, verdiği ilanda “Mehmet Ali Laga tabloları bulunamıyor” deyince, kendisiyle iletişime geçen kardeşler, değerli olduğunu anladıkları tablolardan altı tanesini galeri sahibine götürmüşler. Yatıkkaya bu olaya ilişkin şunları anlatıyor, “Galeri sahibi resimleri görünce çok sevindi. Biz gitmeden önce bu altı tablo için 100 bin lira istemeyi, kabul etmezse de 50 binde anlaşabileceğimizi kararlaştırmıştık. ‘Çok güzelmiş, ne kadar istiyorsunuz?’ deyince, ‘100 bin’dedik. Hemen muhasebeciyi aradı ve bize istediğimiz fiyatı verdi. O zamanlar çok büyük para, annem İzmir’de ev almıştı o parayla. O gün kardeşimle beraber İstanbul’un altını üstüne getirdik ama yine de harcamamız 1000 lirayı bulmadı. Yıllar sonra galeri sahibini yine görünce, bizim 100 bin liraya sattığımız tabloları bugünün parasıyla 1 milyon 600 bin liraya sattığını öğrendim. Düşünün, ben o zaman Yeni Asır’da gazetecilik yapıyor ve 3000 lira alıyordum.” Bugüne kadar tüm bankalarda sergi açtıklarını, İstanbul, İzmir, Bursa ve Çanakkale’ye bu nedenle gittiklerini kaydeden Yatıkkaya, Laga’nın Bulgaristan’da esir düştüğü döneme dair de şunları söylüyor, “O dönemde Sami Yetik ile birlikte esir düşünce, orada da boş durmuyorlar. Oranın komutanı olan Mitov da ressam olduğu için, kâğıt kalem veriyor bizimkilere. Onlar da pencereden gördüklerini kara kalemle resmediyorlar. Hatta sergi de açıyorlar. Sonra kaçma planı yapıyorlar, Sami Yetik’in yaptığı büyük bir resmi de Laga beline sarıyor kaçarken. O resim Beşiktaş’taki atölyede asılıydı ama sonra ne oldu bilmiyorum, belki de birine hediye ettik. Annemin eli çok açıktı, eskizlerin olduğu defterleri bile hediye ettiği olurdu. Dediğim gibi biz o zamanlar bu kadar değerli olduklarını bilmiyorduk.” “Laga’nın yetenekleri bize geçmiş” Yatıkkaya, Laga’nın resim yeteneğinin kendisine, müzik yeteneğinin ise kardeşine geçtiğini söylüyor. Kardeşinin her türlü müzik aletini çalabildiğini kaydeden Yatıkkaya, “Kursa gitmedik. Aile gösterir, sen de öğrenirsin. Annem de ud ve mandolin çalardı. Çocukluğumuzda o köşke gittiğimizde, saat beş olunca herkes eline bir müzik aleti alır, meşk edilirdi. Zâfir Teyzem tırnak kemençesi, Ferda Bey neyini üflerdi... Bu ritüele mutlaka İstanbul simidi ve tulum peyniri eşlik ederdi. Dediğim gibi ikisi birbirinden farklı olduğu için, bir köşkte alaturka çalarken ikinci eşi Nigar Hanım’ın yaşadığı yerde alafranga çalınırdı” diyor. Hilafetin ve saltanatın kaldırılmasından sonra Atatürk, Zâfir ailesini çağırır ve bir içki sofrasında bir araya gelirler. Herkesin önüne bir rakı bardağı, bir de su bardağı koyulmasına rağmen Zâfir ailesini tanıyan Atatürk, onların önüne sadece bir bardak koydurur. Şeyh çocukları oldukları için içmeyen aile fertlerine Mustafa Kemal bir teklif sunar; soyun en son çocuklarının ölümüne kadar, köşkte oturabileceklerdir. Yatıkkaya, çocukken gidip geldiği köşke dair şunları anlatıyor, “Biz köşke gitmedik çünkü korktuk. Ev çok büyük, biz iki kişiyiz. Oysa orada oturma hakkımız var, bu nedenle kimse de oturamıyor zaten. Fakat 1986 yılında bir İstanbul beyefendisi geldi, üstünde redingot, elinde baston, ince bir kravat. Bir tek fesi eksikti diyebilirim. Benimle Osmanlıca konuşmaya başladı, tarihin içinden gelen bir adam vardı karşımda. Annemin ölümüne çok üzüldü ve ‘Ailemizden kimse kalmadı, bir tek siz kaldınız. Biz burada oturuyoruz, gideceğiz. Sizin bu köşkte oturma hakkınız var, gelin, kaydınızı yaptırın ve siz yerleşin’ dedi. Ben bir kez gittim ama ödüm koptu, perili köşk gibi bir yerdi. Uğur küçükken benden daha çok gidiyordu, çünkü onlara fiziksel olarak onlara benzediği için daha çok severlerdi. Sudan cariyesinin soyundan geldikleri için, Uğur’un esmerliği onlara çekmiş.” Laga’nın gazeteci torunu Babaları subay olduğu için çok yeri dolaştıklarını belirten Yatıkkaya, İzmir’de doğduğunu, eğitimine Ankara’da başladığını, Balıkesir’le devam ettiğini, sonra yeniden İzmir’e gittiklerini anlatıyor. Lise ikiye kadar Sarıkamış’ta okuyan Yatıkkaya, Ankara Cumhuriyet Lisesi’nden mezun olduktan sonra Gazi Üniversitesi’nin gazetecilik yüksek okulunu bitirmiş. 1972 yılında girdiği okul için, “Biz sekiz, radyo sinema ise 25 kişiden oluşuyordu” diyor. Çağlayan Tunç, Nur Batur, Necla Erol gibi isimlerin okul arkadaşı olduğunu kaydeden Yatıkkaya, 1975 yılında Bugün Gazetesi ise mesleğe başlamış. Ak Ajans ve Yeni Asır’da çalışırken 12 Eylül darbesiyle birlikte işlerin değiştiğini vurgulayan Yatıkkaya, babasının dayısının konseydeki beş generalden biri olduğunu, bu nedenle de darbe sonrasında iş yerinde mobinge uğradığını aktarıyor. Bunun üzerine Bülent Ecevit’in çıkardığı Arayış Dergisi’nden teklif alan Yatıkkaya, burada çok iyi maaşla çalıştığını söylüyor. Dergide bir süre çalıştan sonra ağır bir rahatsızlık geçiren Yatıkkaya, bir yıl hastanede yatmak durumunda kalınca, meslekten uzak kalmış. 1982 yılında iyileştikten sonra da bir yerde çalışmak istememiş. O sırada ekonomik olarak iyi durumda olan Yatıkkaya, Mag adında bir magazin ajansı kurarak, Haber isminde bir dergi çıkarmaya başlamış. 1986 yılında da kendi şirketlerini kuran kardeşler, çıkardıkları dergi ile sükse yaptıklarını ve gündemi etkilediklerini kaydediyorlar. Bu süreçte on iki dergi çıkardıklarını ifade eden Yatıkkaya, derginin sanatçı röportajlarını da gazeteci Taner Dedeoğlu’nun yaptığını vurguluyor. Şirket büyüyünce, 2007 yılında yorulduklarını ve dinlenmek istediklerini belirten Yatıkkaya, şirketi bırakınca, on yıl boyunca da Türkiye’de yaşayan göçmenlerle ilgili TRT’de yayınlanan bir programın danışmanlığını yapmış. Mine Erkan’ın yönetmenliğini, Necla Erol’un yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendiği, kendisinin metin yazarlığını ve kardeşi Uğur’un da kurgu ve montajdan sorumlu olduğunu kaydeden Yatıkkaya, çok zevkli bir iş olduğunu ve bu vesileyle hemen her yeri gezdiklerini ifade ediyor. Şimdi TRT’ye ve özel kanallara danışmanlık yaptıklarını ve çok geniş bir fotoğraf arşivine sahip olduklarını sözlerine ekleyen Ali Naci Yatıkkaya, kardeşiyle beraber resim ve müzik yaparak, şehir fotoğrafı toplayarak ve geziler yaparak hayatlarını devam ettirdiklerini söylüyor.