Resimleriyle insanı bambaşka bir evrene davet eden Okan Boydaş, temel derdinin yaratılış ve kendini bulmakla ilintili olduğunu söylüyor. İlk bakışta tekinsiz bulduğum eserlerini bir o kadar da etkili kılanın, resimleriyle arasında kurduğu gizli ve güçlü bağdan kaynaklandığını fark ettim. Boydaş, etkilendiği tasavvuf felsefesinden hareketle, yaratılıştaki çamur yanını resimlerine aktardığını; nur yanını ise insan ilişkilerine aksettirdiğini ifade ediyor. Resmi hayatının merkezine oturtan sanatçı, daha yolun başında olduğunu ve arayışını resim üzerinden sürdürdüğünü ifade ediyor
RÖPORTAJ / SULTAN YAVUZ (ANKARA) - Ressam Okan Boydaş’ın eserlerini sosyal medyada ilk gördüğümde, tuhaf, tekinsiz ve derin bir etkileyicilik bulmuştum. Özgünlüğü ile hemen ayırt edilen resimler, insanda pek çok duygu ve düşünceyi bir anda harekete geçiriyordu. Kullandığı renkler, çok eski tarihlerden gelen figürlerin mekanik olanla bütünleşmesi, ayrıntılar, gözler, ceninler… Hem yabancı hem de insana dair çok şey anlatan zor bir dünyanın yansıması gibi. Sohbet etmeye gittiğimde, eserlerinden etkilendiğim ressamın kendinden emin ve dingin hâli, en az resimleri kadar zihnimi meşgul edecekti. Öyle ya, hepimiz kendini arayan yolculardık. Boydaş kendi yolculuğunu anlatırken, ben de onun hikâyesinde kendimle çarpıştım. 1981 yılında Sivas’ta doğan Boydaş, memur bir aileden geldiğini ve ailenin güzel sanatlarda okuyan tek çocuğu olduğunu belirtiyor. Sivas’ta Cumhuriyet Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nü bitirdikten sonra yine Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim-iş Eğitimi Anabilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimini tamamladı. Sonrasında Kayseri Erciyes Üniversitesi’nde sanatta yeterlilik/doktora öğrenimini tamamlayan Boydaş, bir günde iki farklı hayat yaşıyor. Ankara’da yaşamını sürdüren Boydaş’ın mesai saatleri içerisinde memur, günün geri kalan kısmında ise kendini arayan, bu arayışta da resmin dilini kullanan iki farklı yaşantısı söz konusu. Bu durum, insanın aklına ikili bir yaşam süren süper kahramanları getirse de, Boydaş bu durumu esprili bir yaklaşımla “Dövüş Klübü” filmiyle örnekliyor ve “Ben de kendimi resimlerimle dövüyorum” diyerek, kendi içindeki mücadelesini anlatmaya çalışıyor. Boydaş’ın makine mühendisi olan babası, çocukken pilot olmayı çok istemiş ancak koşullar elvermediği için bu mümkün olmamış. Bu nedenle, her uçak gördüğünde babasına şikayette bulunmuş. İstanbul’da üniversiteye kayıt yaptırmaya gittiği günse, bir otobüs durağında babasını kaybetmiş... İçinde hep ukte kaldığı ve oğlunun aynı durumu yaşamaması için, Okan’ın Güzel Sanatlar bölümünü seçmesine itiraz etmemiş ve oğlunu hep desteklemiş. Sivas’ta, öğrencilik yıllarında dört kez atölye değiştiren Boydaş, ilk kişisel sergisini lisansının ikinci sınıfında, 2002 yılında 38 resimle açmış. Hatta bu cüretkâr hareketi için öğretmenleri “Sen kimsin ki, kişisel sergi açıyorsun?” gibi bir yaklaşımda bulunmuşlar. İlk ödülünü TALENS’in düzenlediği Üniversiteli Öğrenciler Resim Yarışması’nda alan Boydaş, henüz 20 yaşındayken elde ettiği başarıdan heyecanlanıp hocasına durumu anlatınca, hocası “Yanlış basmışlardır, şans eseri olmuştur” diye karşılık vermiş. O süreçte, günde on iki saatini resme ayıran Boydaş, diğer yıl da aynı yarışmada bu kez sulu boya dalında “nü” çalışması ile çalışması sergilenmeye değer görülünce, aynı hocaya gidip, “Siz söylemiştiniz ya geçen yıl, bunu da yanlış basmışlardır” diyerek kırılan gururunu onarmış. O dönemde sekiz karma sergiye katılan Boydaş, şu anki doktora/sanatta yeterlilik dosyasında bunun avantajını yaşadığını söylüyor. 2010 yılında yüksek lisansını “Türk Tuval Resminde Doku” konulu teziyle bitiren Boydaş, sanatta yeterlilik tezini de “Resim Sanatında Ezoterik Göstergeler ve Bağlamlar Üzerine Bir İnceleme” çalışmasıyla tamamlamış. Boydaş’ın akademik kariyerini öğrenince, resimlerindeki kimi motiflerin ya da esintilerin nereden geldiği de ortaya çıkıyor. “Resim yapmaya başladığımda, yüzeyin bana ne söyleyeceğini dinlerim” Resim yaparken bilindik anlamıyla düşünmediğini ve her gün resim yaptığını belirten Boydaş, resimle ilişkisini samimi olunan bir arkadaş ya da sevgiliyle kurulan bir bağ gibi betimliyor. Boydaş bu durumu şu sözlerle anlatıyor, “Gözlerine baktığın zaman onun ne demek istediğini çok iyi anlarsın ya, işte bu etkileşimi resim yaptığım yüzeyle de yaşıyorum. Zaman içinde bunun nereden geldiğini düşündüm; ilham, vahiy ne derseniz... Zaten bunun tezimdeki karşılığı da inisiyasyon. Resim yapmaya başladığımda, yüzeyin bana ne söylediğini dinlerim. Hayattaki her şey gibi resim de bir dengedir ve onunla aynı paralelde olman, organik bir bağ geliştirmen gerekir. Tasavvufla ilgilendiğimde gördüm ki, insan iki şeyden yaratılıyor; Allah’ın nuru ve çamur. Ben çamurun agresif, kötü yanımı temsil ettiğine inanarak bu tarafımı resme aktarıyorum; nur olan kendimce iyi tarafımı da insan ilişkilerinde kullanmaya çalışıyorum. Bir petek gibi düşünün, tortular kalıyor, su aşağı iniyor ve ben o suyu ne kadar kullanabilirsem, o kadar unutulmam. Unutulmaktan korkan biriyim… Ben sanatçı değilim, o kisveyi kendime yakıştıramıyorum, ben yoldayım. Ancak bir şeyler katabildiğim bir insan benim için, ‘Okan şu sebeplerden sanatçı olma yolunda’ ya da ‘Şundan dolayı hiçbir şey değil’ diyebilir. Bunları bilmek zorundayım ki, kendimi tamamlayabileyim.” Maliye Bakanlığı’ndaki memuriyetinden önce, üniversite de belli süre dışarıdan ders veren Boydaş, 2015 yılından beri yaptığı işi, maddi anlamda hayatını sürdürmek için devam ettirirken, kendini var ettiği alan olarak resmi görüyor. “Resim benim için Karate Kid filmindeki bonsai ağacı gibiydi” Şimdiye kadar zorlu bir süreç atlatan Boydaş, o sıkıntılı döneminde resmin kendisi için “Karate Kid”teki Bonsai ağacı ile aynı şeyi ifade ettiğini söylüyor. Boydaş, “O ağaç, uçurumun kenarında ve tek yetişir, kökleri de sağlamdır. Ben kendimi uçurumdan düşüyor gibi hissederken elimin tuttuğu şey tıpkı bonsai ağacı gibi benim düşmemi engelleyen resimdi. Doktora çalışmamdaki resimlerimde kırmızıyı çok kullandım, çünkü kırmızı benim için değerlidir, kendimi hayata karşı tutkulu bulurum. Bir de Vassily Kandinsky, ‘içsel aşkınlık’ olarak değerlendirdiği önermesinde, kırmızı rengini çok önemser” diyor. Mekanik yapıları çok sevdiğini ve bilinçaltında, bu durumun babasının mesleği ile ilgili de olabileceğini ifade eden Boydaş, felsefi anlamda etkilendiği Hegel için de şöyle söylüyor, “Hegel’in ‘türdeşine yabancılaşma’ denilen bir kavramı var; kişi kendi bireyselliğini ortaya koyar ve ‘diğerlerinden farklıyım’ der. Sonrasında kendi içine dönmeye başlar. İşte ben bu kavramı mekanikleşme ile örüntülüyorum. Ruhsal yalnızlık da diyebiliriz. O kadar bireyselleştik ve uzaklaştık ki her şeyden, bu bir yerde ruhundan da uzaklaşmak anlamına geliyor. Ben bunu ‘ruhsal mekanikleşme’ olarak tanımlıyorum. Oysa hayat bu değil, etkileşim diye bir şey var. Tasavvufta domino taşı gibi… Sen bana bir ivme kazandırırsın, ben benden sonrakine ve hayat döngüsünde devam eder.” Buruciye Medresesi’nde zaman… Resimleriyle konuştuğunu ve Sivas’ta resim yaparken içinden daha iyi resim yapabilmek için dua ettiğini anlatan Boydaş, hayatta hiç bir şeyin tesadüf olmadığına ve bir döngüselliğin bulunduğuna dikkat çekiyor. Boydaş şunları anlatıyor, “Ben yolun çok başındayım. Zaman içinde yoldan çıkıyorsun ama farkında değilsin, sonra sen Buruciye’de otururken bir insan geliyor. Yeni tanıştığın bu kişi okuman için sana bir kitap veriyor; Şems-i Tebrizi’nin Aşkname’si. Bir yıl sonra da o mekânda atölyen oluyor. O zamana kadar ‘Eşek Kulaklı Midas’ı, cinleri çiziyorsun. Sonra kitaptaki bir cümleyi anlamak için defalarca okuyorsun. Zaman içinde bir yolumun olduğunu fark ediyor ve yola dönmeye başlıyorsun. Hayatta üç tür insan var; birincisi dünyaya ne için gönderildiğinin farkında bile olmayan insan. Oysa hepimizin bir görevi var. İkincisi hayatta bir görevi olduğunu bilip, bunun için çalışmayanlar. Üçünsü de hayatta bir görevi olduğunu bilip, onun için uğraşanlar. Belki idealist gelebilir ama hayatta ne bıraktığın önemli...” Buruciye Medresesi’nin, Selçuklular zamanında ilk astronomi ve sağlık bilimleri fakültelerine öncülük ettiğini kaydeden Boydaş, kitabı okuduktan bir yıl sonra, geçmişte orada yaşayan bir öğrencinin yerinin, kendi atölyesi olduğunu söylüyor. Boydaş, “Duvarlardan taşlar düşerdi ama ben süpürmezdim. Çünkü o taşların bir yaşanmışlığı, bir sesi vardı. Selçuklular’da kapılar küçüktür; hem ısı yalıtımı hem de saygı nedeniyle ‘başını eğerek gir’ anlamına gelir. O küçük atölyemde bir kış günü Mercan Dede’yi keşfettim. Zaman içerisinde kendimi, ‘Neredesin’ şarkısıyla kendimden geçmiş, bir nevi trans halde dans ederek resim yaparken buldum. Gayriihtiyari başımı o küçük kapının üstündeki cama çevirdim. Dışarıda el sanatlarıyla uğraşan iki abinin gülerek bana baktıklarını gördüm. O günü hiç unutmuyorum. Bu, oradaki yapının ya da eskiden yaşayan kişinin enerjisi gibiydi, izlendiğimi hissediyordum” diye anlatıyor. Ceninler… Boydaş, Aralık ayında Ankara’daki Galeri Soyut’ta açılacak karma sergiye beş eseri ile katılıyor. Cenin figürlerinin resmin merkezinde yer aldığı eserler Boydaş için şunları ifade ediyor: “Benim derdim yaratılışla ve kendimi bulmakla ilgili. Kız çocuğum olmasını çok istediğim için de belki bu aksediyor olabilir. Ancak bu beşli serideki ceninler, yetişkinlerden oluşuyor. Her biri beni yansıtıyor, büyümüşlüğümü ya da içimdeki bölünmüşlüğü ifade ediyor.” Ressam Okan Boydaş’ın kendi yolunda emin adımlarla yürümesi ve yollarının kesiştiği insanlarla etkileşimini sürdürmesi dileğiyle…
Editör: TE Bilisim