Utku ŞENSOY Türkiye, 24 Haziran’da partili Cumhurbaşkanını ve milletvekillerini seçecek. Meydanların ısındığı bu dönemde seçimin yanı sıra ekonomi de en çok konuşulan konuların başında geliyor. Doların tarihi zirveyi görmesi, cari açığın giderek artması, piyasalardaki dalgalanmalar ve belirsizlik ortamı doğal olarak iç ve dış yatırımcıyı tedirgin etmeye başladı. Son dönemde herkesin hep bir ağızdan ekonomi konuşur olduğunu ifade ettik. Kimi fileyi dolduramaz olduğundan, mutfağındaki yangından, kimileri de bankalara olan borcundan, dolardan, benzin fiyatlarından söz ediyor. Hal böyle olunca ülkenin ekonomik verilerini fazlaca yoruma girmeden masaya yatırmak istedik. Türkiye’nin 2003 yılında ortalama 130 milyar dolarlık dış borcu, bugün 453 milyar dolar olmuş. Yanidış borcumuz 15buçuk yılda neredeyse 4 misli artmış. Bunların vadesi gelenler yani hemen bu yıl içinde (ya da 1 yıl içinde) ödenmesi gereken bölümü ise nerede ise 220 milyar dolar! Yani toplam borcumuzun yarısı. Bunu karşılamak için ne yapıyoruz? Diğer ülkelere göre çok yüksek vade ile borç arıyoruz. Yani borcu borçla kapatmaya devam ediyoruz. Kredi kartı borcunuzun başka bir bankanın kredi kartı ile ödenmesi gibi bir şey bu. İşte bunun için Londra’ya para piyasaları seferleri yapılmaya başladı. Dış borçtaki tablo daha net bir ifadeyleyani Merkez Bankası verilerine göre; özel sektörün yurtdışından sağladığı uzun vadeli kredi borcu 228 milyar dolara, kısa vadeli kredi borcu ise 19 milyar dolara yükselmiş. Cari açıktaki tablo da pek iç açıcı değil. Yine cari açık Merkez Bankası beklentileri 50 milyar dolar seviyelerinde. Kamu harcamalarını dizginlemekte hayli zorlanan hükümet ise, seçime yüzde 7,4’lük rekor bir büyüme oranıyla giderken, çift haneli enflasyonun beklentisi kaygıları artırıyor. Merkez Bankası ise, yılsonu enflasyon tahminini yüzde 8,4›e yükseltti. Fazla rakamlara boğmadan piyasalarda ekonomimize yönelik kritikleri özetleyecek olursak; yerel özellikle de uluslararası yatırımcıya güven verilemediği ve üretime, istihdama dayandırılmayan kalkınma modelimizin yanlış olduğu dile getiriliyor. Halkoylamalarını da sayarsak, 2003 yılından buyana 12 kez sandığa gittik bu kez 13’ncüsü için hazırlanıyoruz. Dikkat çekici olan ise, bundan öncekilerde olmadığı kadar çok sayıda ve farklı kesimlere yönelik harcama yapılması kararıydı. Emekli ikramiyelerinden ÖTV indirimine, askeri personel ücretlerinden yaşlı aylıklarına kadar kamu harcamalarını artıracak ekonomik paketlerin yanı sıra hükumetin aşağıda sıraladığımız bazı kararlarının da bütçeye ek yük getireceği şüphesizdir. Bazı ekonomistler; taşeron çalıştırma uygulamasına son verilip 500 bin işçinin kadroya geçirilmesinin, iki bayramda emeklilere biner TL ikramiye verilmesinin, akaryakıt ürünlerini sabitlemek için bu ürünlerden alınan ÖTV’nin indirilmesinin, vergi ve prim borcunu ödeyemeyenlere ve yurtdışındaki kaynaklarını getirenlere vergi affı çıkarılmasının, konut satışlarında tapu işlemlerinde KDV indirimine gidilmesinin, 65 yaş üstü aylıkların 500 TL’ye çıkarılmasının,seçimlerden sonra polis, imam ve öğretmenlere ilave ücret artışına gidilmesinin ekonomimize 20 milyar dolardan fazla bir yük getireceğini iddia ediyor. Sıkça sandığa gitmek siyasi kadrolar açısından her ne kadar “safların sıklaştırılması”, “tabanın canlı tutulması” anlamına gelse de, bunun toplumda yarattığı gerginlik ve ekonomik bedelinin ağır olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Seçim ve sandık demokrasilerin gereği de olsa uluslararası piyasaların kırılgan olduğu bir ortamda sürekli bir seçim havasında kamplaşma ve kutuplaşmalar yaşayan bir ülkenin, tedirgin uluslararası yatırımları çekmesi pek de olası değildir. Artık kalıcı istikrara kavuşmak ve en az 4 yıl sandığı unutmak umuduyla.