Son zamanlarda, Türkiye dış politikasının, adeta günlük kararlarla, yürütüldüğüne ilişkin örnekler yaşıyoruz. Olaylar geliştikçe, Ankara Yönetimi, o anki duruma göre pozisyon alma ya da değiştirme yolunu seçiyor.

Dünya, bölgemizdeki sıcak hareketlilik nedeniyle, çok dramatik günlere doğru savrulurken, dış politikada, ne TBMM’nin ne de kamu oyunun desteğini alma gibi bir gereksinim duyuluyor.

Bu arada, uluslararası kamu oyunda; "Eyy…." diye başlayan hamasi nutuklarla anlaşmazlık konularında üstünlük sağlanacağı şeklinde yeni bir diplomasi dili oluşturuluyor. "Bağırdın mı tamam, işi çözüverdin" tarzındaki, bu yeni üsluba, ne yazık ki ,ikinci derece devlet memuru, diplomat sözcüler cevap vermekle yetiniyorlar.Ve yola devam ediyorlar.

SURİYE’YE MÜDAHALE

Suriye politikamızda geldiğimiz noktayı kısaca anımsayalım. Sabah Suriye’ye girip, Cuma namazını Şam’daki Emeviye Camiinde kılmayı hayal edenler, günümüzde, ülkemizi dost olmayan güçlerin çemberine soktular.

Ankara Yönetiminin elinde, Suriye’de etkili olabilmek için, hiçbir siyasi hamlede kullanılacak kart kalmadı. Silahlı müdahale son çare olabilir mi? Belki..Ama ne pahasına?

Şimdilerde, ha bire ;"Eski Türkiye" diye Cumhuriyetçi felsefenin egemen olduğu yıllar kötülenip duruyor ya, gelin 1998 yılına dönüp o günleri bir hatırlayalım.

Abdullah Öcalan, Suriye’de Bekaa Vadisinde karargah kurmuş, bu ülke üzerinden Türkiye’ye saldırılar düzenlemektedir.Ve bu saldırıları bugün PYD adı altında örgütlenmiş olan Suriye’li Kürtlerin öncülüğünde gerçekleştirmektedir.

30 Ağustos 1998’de, Türk Silahlı Kuvvetlerindeki yeni atamalardan sonra toplanan Milli Güvenlik Kurulunda Suriye’ye askeri müdahale etme kararı alınıyor.

Bu önemli karar oluşturulurken, hedef olarak Şam’da Cuma namazı kılmak konulmuyor. Hedef, öncelikle, Öcalan’ın kullandığı, Suriye’nin Kuzey’indeki PKK’lıları yok ederek, Haleb’e ulaşmak.

Bu saldırıya karşı, o yıllarda iktidarda olan, baba Hafız Esad direnirse, Şam’a kadar inip orayı kontrol altına almak ve daha sonra pazarlık masasına oturup, barışın sağlanması üzerine silahlı kuvvetleri Türkiye sınırlarına çekmek.

O zamanki Ankara yönetimi nasıl böyle bir riski göze alıyor? Çok basit. Hamasi sözlerle değil masaya yatırılan bilgiler eşliğinde bu karara varılıyor.

Bilgiler şöyle: Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, Hafız Esad bu ülkeden istediği askeri yardımı alamamaktadır.Hava Kuvvetlerindeki uçakların yedek parçaları yoktur. Eldeki eski silahlarla donatılmış askeri birlikler o zaman daha tehlikeli olduğu değerlendirilen İsrail sınırına yerleştirilmiştir.

Buna karşılık, Türk Silahlı kuvvetleri, daha önce çeşitli bahanelerle satın alamadığı çok sayıda modern silahı bu kez çok ucuza elde edebilmiştir. Sovyetlerin dağılması üzerine, elde kalan silahları başta Amerika olmak üzere, Batılı ülkeler satacak pazar aramaya düşmüşlerdir. Deniz Kuvvetleri bundan en çok yararlanan güç olmuş ve Akdeniz’in en etkili donanması niteliğini kazanmıştı.

Bütün bu veriler değerlendirildikten sonra, zamanın Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Kara Kuvvetleri Komutanlığına yeni atanan Orgeneral Atilla Ateş’e Suriye sınırına giderek Hafız Esad’ı uyaran bir konuşma yapması talimatını vermişti.

Daha doğrusu, siyasi otoriterle birlikte Milli Güvenlik Kurulunda alınan kararın askerler tarafından dile getirilerek Ankara’nın kararlılığının ne denli ciddi olduğunun karşı tarafça önemsenmesi öngörülmüştü.Ve Orgeneral Ateş de, bu kararlılığı, 16 Eylül 1998 tarihinde net bir şekilde Suriye sınırında dile getirmişti.

İşte pozitif veriler üzerine kurulu (Eski Türkiye’nin!) bu kararlılığı üzerine Hafız Esad, PKK liderini anında kapı önüne koymak zorunda kalmıştı.

YENİ BİR DÜNYA SAVAŞI MI?

Günümüzde ,başlangıçtan beri sürdürülen ,yanlış politikaların da etkisiyle, Rusya’nın İkinci adamı Başbakan Medvedev, artık Suriye’deki uzlaşmazlık nedeniyle yeni bir dünya savaşından söz eder olmuştur.

Bu görüş, son zamanlarda, Suriye’de askeri olarak çok aktif olan Moskova’nın varılacak noktada, bazı kuşkularının belirdiği şeklinde yorumlanabilir.

Açıkça belli ki; şu an, Amerika, Rusya’nın askeri etkinliğinden pek şikayetçi değil.Washington Şam’da, Esad olsun veya olmasın, mutlaka adına ister seküler ister laik deyin dini referanslara dayanmayan bir Suriye devleti rejiminin devamından yanadır. Zira, Irak’a müdahaleden sonra Bağdat’ı Şiilere teslim eden Washington bu hatayı yeniden işlemekten kaçınmaktadır.

Rusya’nın isteği de aynı nitelikli bir devlettir. Esad’lı veya onun gibi Rusya’ya avantajlar sağlayacak bir yönetim ise daha da tercih edilendir.

Bu iki ülke gibi Avrupa Birliği için de seküler bir devletten yanadır.

Peki, Suudi Arabistan’ın liderliğinde, Suriye’de Ankara Yönetimi’nin de desteğiyle sürdürülmek istenen mücadele sonunda oluşacak yeni Suriye rejimi seküler olabilecek midir?

Bizce,Türkiye’nin bölgedeki geleceğiyle ilgili sorulardan biri budur. Eğer Türkiye Suudilerin peşinde böyle bir maceraya kalkışırsa toprak bütünlüğünü tehlikeye atarak yeni bir dünya savaşının başlaması için bahane yaratabilir.

SATRANCI HARAM

GÖRENLERLE ELELE

Başka bir deyişle, Amerika’nın ekmeğine de yağ sürmüş olur. Nereden mi çıkartıyoruz.?

Amerika’nın ünlü stratejistlerinden Zbignew Brezinski’nin "Büyük Satranç Tahtası" adlı kitabındaki görüşlerden. Başkan Carter zamanında Ulusal Güvenlik Danışmanlığı gibi çok üst düzey görevde de bulunan Brezinski ABD politikalarında önemli bir isim.

Brezinski, Soğuk Savaş sonrası, Amerika’nın dünyadaki stratejik çıkarları üzerinde durduğu kitabında özellikle Büyük Orta Doğu Projesini ele alıyor. AKP’nin kuruluşu sırasında sık sık Amerika’ya giderek "Biz artık İslami referanslardan vazgeçtik" diyerek Amerikalıları "ikna eden" Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bu görüşünden dolayı eş başkanlığına getirildiği Büyük Orta Doğu Projesinden söz ediyoruz.

Brezinski’nin "Büyük Satranç Tahtası" kitabının ana teması ise 21.’nci yüzyılın "Amerikan Yüzyılı" olacağı üzerine kurulu. Çeşitli görüş ve verilerle, bu iddiasını satranç tahtasında oynanan taşların hareketi üzerinden doğrulatmayı amaçlıyor yazar.

Şimdilerde, Ankara Yönetimi’nin girişimlerinde, birbirini tamamlayan hamleler pek görülmüyor.Yani ardarda, iki pas yapamayan takımlara döndük.

Son zamanlarda, Suudi Arabistan ile çok sıkı fıkı olduk ya aklımıza hemen bu ülkenin en büyük alimi Baş müftü Şeyh Abdullah el-Şeyh’in "İslam’da satranç haramdır" fetvası geliyor.

El alem, ülkesinin gelecek yüzyılını, satrançtaki hamleler benzeri oyunlarla, çok önceden düzenlemeye çalışırken, biz, güncel gibi görünen ama hepsi satranç oyunundaki öngörülerle, başlangıçta tasarlanmış, gelişmelerin arkasından savrulup duruyoruz.

Eğer Ankara Yönetimi , Suudi Arabistan Baş Müftüsünün fetvasına göre satrançta hamle yapmayı "haram" olarak kabul ediyorsa, hiç olmazsa "dama oyunundaki" gibi bir sonraki taşı almayı öngören ataklar yapsın bari!

Dua edelim de Şeyh Hazretleri damaya da karşı çıkmasın…