Yusuf KANLI  Herkes kendi kapısının önünü temizlerse, her yer tertemiz olur diye bir özdeyiş var ya, bence hem kişisel hem de toplumsal anlamda sorumluluğun tam da tanımı odur. Nasıl yaklaşılırsa yaklaşılsın, sevmek sorumluluk gerektirir. İnsan sevgisi. Doğa sevgisi. Vatanseverlik. Yâre duyulan sevgi… Hiçbiri bedava değil. Sorumluluk olmadan sevgi olmaz çünkü sevmek sorumluluğun tam da kendisidir. Türk Dil Kurumuna göre sorumluluk kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesidir. Bir başka ifadeye göre de sorumluluk kişinin kendine ve başkalarına karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülüklerini zamanında yerine getirmesi zorunluluğudur. “Sorumluluk büyük olmanın bedelidir” de denilebilir Winston Churchill’in zihinsel iz düşümünde yol alarak. Hz. Muhammed’in dediği gibi, “Muhakkak ki kulak, göz, kalp bunların her biri, kendi fiillerinden mesul tutulacaklardır.” Adaletsizliğe sessiz kalmak, adaletsizliğe ortak anlamına gelir. Yapmadıklarımız, yapamadıklarımız, ses çıkarmadıklarımızdan da sorumluyuz. Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin dediği gibi “Herkes, her şeyden sorumludur” demek her zaman doğru olmayabilir. Ancak Jean B. Moliere Avrupa’nın yakın tarihine gönderme yapmıyor mu adeta çok önceden uyararak: “Sadece yaptıklarımızdan değil, aynı zamanda yapmadıklarımızdan da sorumluyuz.” Auschwitz ve Buchenwald toplama kamplarındaki yaşananları ele aldığı ünlü “Gece” romanının Romanya doğumlu Amerikan yazar Ellie Wiesel’in hatırlatmasıyla, adaletsizliği engelleyecek gücü olmayabilir bir insanın, ama adaletsizliğe itiraz etmeyi beceremediğimiz bir zaman asla olmamalı. 13 Ocak günü ebediyete yürüyüşünün yedinci yıldönümünde Kurucu Cumhurbaşkanımız Rauf R. Denktaş’ı andık, yad ettik. Büyük liderin bütün hayatını uğruna adadığı, en büyük eseri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne sadakatten, Kıbrıs Türk halkının onurlu yaşama, adanın toprağı ve egemenliğinde ortaklık hak ve çıkarlarını ve Türkiye’nin fiili varlığını ve güvencesini savunmaktan hiçbir zaman geri durmayacağımız yeminimizi tekrarladık. Bakmayın birkaç kişinin Türk Mukavemet Teşkilatıyla ilgili tezviratına, bu davaya gönül verenler o kahramanları Denktaş’ın manevi şahsında bir kez daha anıp şükranlarını ilettiler. Toroslar, Ağrılar, sancaktarlar, bayraktarlar kahraman mücahitler, olmasaydı, 1974’de Türkiye’ye yapılan imdat çağrısı yanıtsız kalsaydı bugün Kıbrıs Türkü de olmayacak, çoktan Girit Türklerinin akıbeti doğu Akdeniz’in incisi Yeşilada’da tekrarlanacak ve Kıbrıs Türkü kalmayınca, Kıbrıs Sorunu da kalmayacaktı. KKTC’yi kuranlar, kuranların evlatları, tüm eksikliklere ve sorunlara rağmen dini bir azınlık ya da bir etnik-kültürel toplum durumundan devlet sahibi olmaya geçişin anlamını ve önemini kavrayanlar elbette ki her şartta sevdikleri bu devlete karşı sorumlu olduklarını da hatırlayacak, ona uygun davranacaklardır. “Vicdani ret” bir insan hakkıdır. Kimse tartışamaz. İnsanlar dini, kültürel veya cinsel ya da başka nedenlerle askeri hizmetten, seferberlikten, silah kullanmaktan imtina edebilirler. “Hafta sonu dağ tepe ava niye gider bu insanlar silaha karşı iseler” diye sorgulamak anlamsızdır. Eğer bir şahsa göre “vatani hizmet” ya da “Toplumsal savunma için eğitilmiş yedek kuvvet bulundurma ihtiyacı” adada fiili olarak ateşkes döneminde olmamıza rağmen ava gitmekten daha az önemli, ya da bir hafta sonu evde koltuk ısıtmaktan veya arkadaşlarla birkaç bardak içmekten daha önemliyse, boş verin yahu, ondan zaten hayır gelmez. Bırakın mükellefiyetini gitsin mesela Lefkoşa’nın çöplerini toplayarak yapsın. Tabii, iki günlük seferberlik yerine, 15 gün ya da askerlik hizmeti yerine askerlik süresinin uç katı süreyle kamu hizmeti görmek suretiyle… Öyle aklı evvelin birinin dediği gibi öğretmenlik falan gibi bir pozisyonda gençleri de zehirlemesine o hastalıklı kafaları her halde müsaade etmemek lazım. Madem öyle, alın size “vicdani ret” imkanı! Esas meselesi bu arkadaşların bir bahaneyle gaz çıkarmak ya, hadi neyse… Bu arada, hani sorumluluk, sevmek falan dedik ya… Bence üçüncü cumhurbaşkanımız Dr, Derviş Eroğlu’na önemli bir görev düşüyor bu günlerde. Kıbrıs Türk milliyetçi siyasetin lideri olarak bölük pörçük siyaseti toparlamak, bazı hadsizlere hangi şartlarda nasıl ve ne büyüklükte özveri yapılması gerektiği dersini vermesi gerekir kanısındayım. Bence liderleri bir yemekte toplayıp cumhurbaşkanlığında bir daha bir Mustafa Akıncı benzeri felaket yaşanmaması, mecliste milliyetçiler %70 olduğu halde, sol parti önderliğinde içinde iki de sağ parti olan bir hilkat garibesi ve işlevsiz koalisyon devam etmemesi için “uzlaşı” ve “stratejik ortaklık” çalışması gerekmiyor mu? KKTC’yi seven Eroğlu’nun küçük bir sorumluluğu değil mi bu? Şu anda böyle bir girişimi sadece o yapabileceği aşikar değil mi?