Önce söyleyeyim, garantör olsun olmasın, istediği kadar haklı sebebi de olsa bir ülkenin kendi toprakları dışında askeri harekâta girişmesi öyle turistik ziyarete benzemez… Canının istediği zaman, canının istediği yere ne küçüğü ne büyüğü hiçbir ülke giremez. Meşruiyet lazımdır. Hukuka uygunluk lazımdır. Veya, hepsinden önemlisi ve Birleşmiş Milletler Şartında da kabul edildiği gibi ulusal güvenliğine, toprak ve milli bütünlüğüne, varlığına tehdit gelmesi ve bu tehdidin ısrarlı devamı durumunda bir ülke sınır aşan operasyonlara girebilir. Türkiye’nin mevcut Fırat Kalkanı Operasyonu, mesela, uluslar arası meşruiyetini Ne bir BM kararından, ne NATO veya başka bir uluslar arası örgütün sağladığı yasal zeminden değil, bizatihi Türkiye’nin güvenliğine ve toprak bütünlüğüne gelen tehditten aldığı öne sürülmektedir. Güçlünün hukuku da deyip eleştirile bilinir tabii ki ancak her ülkenin temel sorumluluklarından birisi halkının ve toprağının güvenliğini sağlamaktır. Suriye’de iki Kürt kantonunun birleşmesi tehdit olarak algılanabilir. Irak ve Şam İslam Devleti (İŞİD) veya Arapça aynı adının kısaltmasıyla DAEŞ ile savaşta işbirliği karşılığında bu Kürt kantonlarının devlet ütopyasına ABD hamiliği can sıkabilir. Dahası, ülkede üç milyonu aşkın Suriyeli mülteciye birkaç milyon daha katılması Türkiye üzerindeki mali yükünün yanı sıra, mevcut güvensizlik ortamını da daha da artıracak bir tehdit değil miydi? Suriye’de güvenlikli bölge oluşturmak, en azından yeni mülteci akınını engellemek Türkiye’nin çıkarına değil miydi? Kolay mı verildi Suriye’ye girme kararı? Menbiç’e Suriye Kürtlerinin girmesi tehdit algısını tırmandırmasaydı, yapılacak mıydı? Kısacası, dış müdahale anlaşmayla da olsa, ulusal çıkarlar gereği veya antlaşmaların, uluslararası hukukun sağladığı meşruiyetle de yapılsa, zor iştir. İki günde bir tekrarlanacak turistik gezi değildir. Akademisyen kökenli siyasetçileri, meslekleri siyasetçi olanlar – hadi söyleyeyim kasaba politikacıları – pek sevmez. Doğru veya yanlış bu akademisyen kökenli arkadaşlar nedense belli tezlere kafayı takıp, pragmatik çıkış yollarını da kapayıp, kendi tezlerini ispatlama uğruna büyük sıkıntılar yaratırlar ülkelerine diye bir önyargı vardır. Bugünlerde de Yunanistan hükümetinde akademisyen kökenli bir dışişleri bakanı var, Nikos Koças… Takmış adam Kıbrıs’ta Türkiye’nin garantörlüğüne. Koças ve tüm ideolojilerden ama bilhassa muhafazakarlardan birkaç siyasetçi dışında Yunanistan’ın Kıbrıs ilgisi pek yok… Adeta iş bitirilmiş, el yıkanmış… Albaylar Cuntasının adayı ilhak etmek, yani Enosisi sağlamak amacıyla Makaryos hükümetine karşı Kıbrıs’ta gerçekleştirdikleri 15 Temmuz 1974 darbesi yıkımı ve darbe ile Türkiye’ye sağlanan meşru müdahale hakkı bir sarsıntı yaratmış… Her ne kadar her önemli adımdan önce Kıbrıs Rum liderliği Akropolis’in toprağına gidip koşulsuz destek olmasa da Yunanistan’ın kerhen desteğini arasalar da 15 Temmuz ile Türkiye’nin “işgaline” kapıyı açmış olmak ciddi bir sıkıntı Yunan siyaseti için. Yine de Atina’nın onayını almaya çalışmak milli sporu Rum siyasetinin. Belki de sebep kırılgan siyaset sahnesinde koltuk değneği arama ihtiyacı… Her şeye rağmen Yunanistan Kıbrıs görüşmeleri oyununda öyle çok konuşan bir oyuncu olmaktan uzun zamandır uzak durmayı tercih etmekteydi. Kıbrıs Rum liderliği ile görüşerek “milli perspektif” oluşturmak ve o “ulusal siyaseti” her platformda savunmak Yunanistan’ın tipik Kıbrıs yaklaşımı olmuştu. Yine de sıklıkla beyanat verilmesi, hele de Kıbrıs Rum liderliğine kamuoyu önünde pozisyon önerilmesi asla düşünülmeyecek şeylerdi. Olacaksa da Rum liderin olduğu ortamda veya birlikte yapılırdı o gibi açıklamalar. Tabii kim ne kadar katkı koyardı o siyasi çizgilerin, perspektiflerin çizilmesine biz dışarıdakiler asla bilemedik. Patron kimdi, Atina mı, Lefkoşa mı? Yine de bu “ulusal Kıbrıs pozisyonu” liderlerin şahsiyetiyle de alakalı bir konuydu. Mesela 2004’de sürece büyük destek veren Papandreu hükümeti gidip yerine muhafazakar Karamanlis hükümeti gelince ne kadar hızla değişmişti Yunanistan’ın tutumu? Karamanlis hükümeti Annan planına destek vermeyi göze alsaydı sonuç değişir, Kıbrıs Rumları da kabul eder miydi? Belki de hayır ancak en azından o kadar yüksek bir “hayır” sonucu alınmazdı belki de… Annan Planına karşı olan bir kişi olarak söylemem lazım her ne kadar Yunanistan’daki değişim bizim işimize de yaramış olsa da o günlerde dönemin Yunanistan hükümetinin cesaretsiz, korkak ve hatta çekingen tutumu aslında Yunanistan’ın genel Kıbrıs yaklaşımının özeti gibiydi… Tabii ki hiçbir Yunan hükümeti Kıbrıs Rumlarını terk etmedi, yalnız bırakmadı. Kıbrıs Rum tarafındaki kriz bile bir ölçüde Yunanistan’a duyulan şükranın faturası gibi, boyutuna bakmadan Kıbrıs ekonomisinin Yunanistan’ı kurtarma gayretinin faturası değil miydi? Tabii ki eğer Yunanistan Türkiye ve İngiltere ile birlikte garantör ülkelerden birisi idiyse sistemin devamı veya sonlanması hususunda görüş ifade etmesi de normal sayılmalıydı. Hani biz hep deriz ya, kazın ayağı hiç de öyle değil. Her şeyden önce Garanti ve İttifak Antlaşması Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran bir paket anlaşmadan birisi. Eğer bu anlaşmayı ve o paketi sonlandırmak isteniyorsa, sıfırdan tekrar başlamalı, yeni devleti o sıfır temelinde yeniden inşa etmeliyiz. Var mı Rumlar bu işe? Hodri meydan! Şimdi Koças geçen Cuma günü Yunanistan Dış Politika Ulusal Konseyi’ni (ESEP) toplamış. Her ne kadar Kıbrıs Türk liderliği “Her şeyi ben ve sadece ben biliyorum” demekte ısrar etse de bırakın Rum tarafında Ulusal Konsey’in hemen her ay toplanmasını, son bir yılda Kıbrıs meselesine odaklanan üçüncü toplantısıymış ESEP’in bu. Toplantı sonrası yaptığı açıklamada Koças demiş ki Yunan hükümeti ve tüm siyasi partiler Kıbrıs’ta “rasyonel, etkili, işlevsel, yabancı askerlerin ve garantilerin olmadığı bir çözüm” bulunmasını desteklemekteymişler. Başka? Koças, Yunanistan’ın Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis ve Kıbrıs Rum halkına desteğini vurgulayarak, Ocak 9-12 tarihlerinde Cenevre’de gerçekleştirilecek toplantılar öncesinde ESEP’de yer alan diğer partilerle daha yakın işbirliği ve bilgi alış verişi ihtiyacının hissedildiğini belirtti. Dediği açık. Hükümet diğer partilerle görüşme ihtiyacını niye hisseder? Ya mevcut pozisyonda değişim yapılacak, ya da değişim taleplerine karşı “Bu bir ulusal pozisyon, hükümet olarak esneme imkanımız yok” demek için. Sizce hangisi? Dahası, hani hem Akıncı ekibi hem de İngilizler, Amerikalılar falan Türkiye ile Yunanistan liderlerinin belki İngiltere’nin de katılacağı ikili veya üçlü bir toplantıyı ısrarla öneriyorlar ya, Koças buna da gerek görmedi. “Şu an için Yunanistan ve Türkiye Dışişleri bakanlıkları genel sekreterlerinin bir görüşmesinin söz konusu olduğunu ve bu görüşmede karşılıklı niyetlerin ele alınacağını” söyleyen Koças ayrıca Annan Planı döneminde iki ülkenin Atina ve İstanbul’da birer görüşme gerçekleştirdiklerini, Bürgenstock sonrasında ise Karamanlis-Erdoğan, Karamanlis-Annan ve Karamanlis-Erdoğan-Annan görüşmelerinin gerçekleştirildiğini, ancak “bir sonuca ulaşılamadığını” hatırlattı. Ne diyor adam açık değil mi? Garanti sistemi terk edilmeli… Garantörlük sona erdirilmeli. Cenevre’ye o maksatla geliriz, bu konuda esneme imkanımız yok. Kaldı mı sizce 9-12 Ocak buluşmasının anlamı? Tabii dahası da var Koças’ın açıklamalarında üzerinde durulması gereken. Ne demek “Rasyonel çözüm”? Şimdi AB mütesebatına uygun çözüm, kalıcı deregasyon yok deyip Kıbrıs Türk halkına yarının ortaklık devletinde daimi azınlık, Rum halkına da daimi yöneticilik rolleri çizip buna “rasyonel çözüm” diyorsanız, kalsın, almayayım. Dört özgürlüğün tanınacağı ve hiçbir deregasyonun kalıcı olamayacağı açıklamaları en iyi çözüm bile sağlansa 10-15 yıl içerisinde Kıbrıs Türk varlığının adadan silinip yok olmasını getirecektir. Buna Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin de seyirci kalabileceğine inanmıyorum. Çapraz oy, Kıbrıs Türk bölgesine yerleşecek ve oy verme-aday olma hakkına sahip Rum nüfusun büyüklüğü ve dahası bu konudaki deregasyonun AB birincil hukuku yapılıp en azından belli sınırda tutulması imkanı elden çıkarılırsa durum tam bir fecaat olacaktır. %20 çapraz oy etkisi, %20 Rum seçmen katılımıyla Kıbrıs Türk bölgesinde en büyük partinin Rumların partisi olması kaçınılmaz olacaktır. Üzücü olan Kıbrıs Türk görüşmeci heyetinin böyle bir aymazlığın içinde olması, tehlikenin büyüklüğünü görmemekte ısrar edilmesidir. Kıbrıs konusunu azıcık çalışanlar hatırlayacaklardır. Kıbrıs meselesi öncelikle bir yönetim paylaşım sorunuydu. Onun haricindeki her şey ne kadar önemli olursa olsun sonradan gelişen yan unsurlardır. Hükümetin “etkililiği ve işlevselliği” için 1960 anlaşmalarının sağladığı efektif federasyon özelliklerini rafa kaldıracak, Kıbrıs Türkünün haklarını gasp edecek o meşhur anayasada 13 maddelik değişiklik yapma talebi kabul edilseydi bugün Kıbrıs meselesi de, Kıbrıs’ta Türk varlığı da olmayacaktı. Unutmamak lazımdır ki 1968’den bu yana Kıbrıs meselesinin çözülememesinin en önemli sebebi Kıbrıs Türklerinin siyasi eşitlik talebinin ve bilhassa 1975 ve 77 Yüksek Düzeyli Anlaşmaları sonrasında “iki-kesimlilik” ve “iki-toplumluluk” ilkelerinin Rumlar tarafından sulandırılmaya çalışılmasıdır. Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın “dönüşümlü başkanlık” ve “yönetime etkin katılım” yoksa anlaşma da olmaz çıkışı da aynı vurguyu yapmaktadır ve belki de son zamanlarda yaptığı en önemli açıklamadır.