Ankara ile ilgili araştırmalarıyla tanınan Erman Tamur’la “Ankara Keçisi ve Ankara Tiftik Dokumacılığı”, “Suda Suretimiz Çıkıyor” ve “Şol Yel Esip Geçmiş Gibi” isimli kitapları ve Ankara ile ilgili diğer çalışmaları üzerine söyleştik

NAZ AKMAN/ANKARA İnşaat mühendisliği mesleğinin yanı sıra yaşamı boyunca yaşadığı Başkent Ankara’nın tarihi, arkeolojik, kültürel ve sosyal değerlerine ilişkin kapsamlı araştırmalarıyla tanınan Erman Tamur (74), özellikle Ankara’ya ilişkin önemli değerler arasında yer alan tiftik keçisi, dereler, fotoğraflar, kartpostallar, gravür ve objelerden oluşan belgelik koleksiyonlarıyla pek çok makaleye ve sergiye imza atarak, ödüller aldı. Tamur’la “Ankara Keçisi ve Ankara Tiftik Dokumacılığı”, “Suda Suretimiz Çıkıyor” ve “Şol Yel Esip Geçmiş Gibi” isimli kitapları ve Ankara ile ilgili diğer çalışmaları üzerine söyleştik. “Suda Suretimiz Çıkıyor” Ankara derelerinin geçmişi ve bugününü ele alan bir kitap. “Şol Yel Esip Geçmiş Gibi” esas olarak Tamurlar’ın aile tarihçesi ama yetmiş yılı aşkın bir süredir Ankara’da yaşadıkları için kitap aynı zamanda bir Ankara belgeseli. Tamur’un Ankara’ya ilişkin çok sayıda makaleleri de var. Önce onu biraz tanıyalım: [caption id="attachment_201067" align="alignright" width="400"] Erman Tamur ve eşi Handan Tamur, Rahmi Koç Müzesi'nde ünlü Ankara Manzarası tablosu önünde[/caption] Erman Tamur kimdir? Kısaca kendinizi tanıtır mısınız? 1946 yılında Ankara’nın Bala ilçesinde doğmuşum. Orada öğretmen ve maarif memuru olarak görev yapan babam 1947 yılında Ankara’ya tayin olmuş. O dönemden bu yana hep Ankara’da yaşadık. İlkokulu Aktaş’taki Atilla İlkokulu’nda, ortaokul ve liseyi Bahçelievler Deneme Lisesi’nde okudum. 1968’de ODTÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldum. Dört yıl Bayındırlık Bakanlığı’nda, bir yıl Köy İşleri Bakanlığı’nda çalıştım. Sonraki meslekî hayatım serbest olarak çeşitli proje işlerinde ve Anadolu’nun dört bir yanında inşaatlar yaparak geçti. 1970-71 yıllarında İnşaat Mühendisleri Odası ve Teknik Personel Sendikası’nın (Teksen), 1994-95 yıllarında Çağdaş Toplum Platformu Derneği’nin (ÇTP) yönetim kurullarında görev aldım. Son yirmi yıldır meslekî çalışma yapmıyorum. Ankara tarihine veya genel olarak Ankara konularına ilginiz nasıl başladı? Tamur, “Galiba elim de biraz kalem tutuyor” Yetmiş yılı aşkın süredir hayatım Ankara’da geçti. Demirlibahçe, Aktaş, Cebeci, Maltepe, Bahçelievler, Kavaklıdere ve halen yaşamakta olduğum Çankaya… Bütün bu semtlerde oturdum ve Ankara’nın her sosyal katmanıyla haşır neşir oldum. Ankara’yı ve Ankaralı hemşerilerimi çok severim. Beri yandan çocuk yaşlarımdan beri tarih ve arkeoloji konularına meraklıyım. Galiba elim de biraz kalem tutuyor. Böyle olunca benim Ankara araştırmalarına yönelmemden daha doğal ne olur? Bir de koleksiyoncu tarafım var. Uzun yıllardır Ankara’ya ait fotoğraf, posta kartı, çeşitli belge ve nesneleri topluyorum. Koleksiyonculuğun zevkli bir uğraş olması bir yana, bunlar bana araştırma konusu seçmemde ve konulara özgün yaklaşımlar yapmamda da yardımcı oluyor. Ankara Keçisi ile ilgili kitabınızı anlatır mısınız? Sanırım Ankara ile ilgili ilk çalışmanızdı. [caption id="attachment_201094" align="alignleft" width="698"] 2002 yılında Güdül Boyalı köyünde düzenlenen Ankara Keçisini geliştirme ve yaşatma festivalinde güzellik yarışmasına katılan keçilerden bir grup[/caption] “Denizi, denizcisi olmayan Ankara’da neden bir ‘Denizciler Caddesi’ vardır?” Kitap olarak ilktir ama Ankara ile ilgili ilk çalışmam değildir. 1994 yılında Ankara’da bazı mahalle isimlerini değiştirme girişimleri üzerine kaleme aldığım “Semt ve Sokak Adları Demokratik Hoşgörüyü Yansıtsın” başlıklı bir yazım ÇTP Bülteni’nde yayınlanmıştı. İleriki [caption id="attachment_201096" align="alignright" width="273"] Geleneksel tiftik dokumacılığının halen sürdürüldüğü Tosya'da bir dokumacı tezgahının başında (1999)[/caption] yıllarda da bu konuda çalışmalarım oldu. İlginç bir konudur ama toplum olarak bu konuda pek de duyarlı olduğumuz söylenemez: Denizi, denizcisi olmayan Ankara’da neden bir “Denizciler Caddesi” vardır? Çünkü Cumhuriyetin denizcilikle ilgili ilk bakanlığı, “Bahriye Vekâleti” binası oradaydı; Hatip Çayı Ankara Kalesi’nin eteklerine ulaştığında neden ismi “Bent Deresi”ne dönüşür? Çünkü 1930’lu yıllara kadar orada Roma döneminden kalma bir bent (bir küçük baraj) vardı. Çoğu Ankaralı bunları bilmez. Keçiören’de oturanlar semtlerinin adını keçiyle ilgili sanırlar; öyle değildir. “Kiçi” kelimesi eski Türkçede “küçük” anlamına gelir. Eski belgelerden orada “Kiçiviran” (küçük ören yeri) adında bir köy bulunduğunu biliyoruz. Örnekler çoğaltılabilir. [caption id="attachment_201095" align="alignleft" width="337"] Tiftik ipliği eğirmede kullanılan kirman[/caption] “Tiftik dokuma sanayi, şehrin ekonomik hayatında büyük ağırlık taşımaktaydı” Keçi konusuna gelince: Ankara Keçisi, narin yapısı ve bedeninden yerlere kadar kıvrım kıvrım sarkan beyaz, parlak tüyleriyle çok güzel bir hayvandır. Etinden, sütünden, derisinden yararlanmak için değil, “tiftik” olarak adlandırılan tüylerinden yararlanmak için yetiştirilir. Tiftik, gerek örgü ürünlerinde gerekse dokuma ürünlerinde kullanılmaya son derece elverişli çok kaliteli bir elyaftır. Bir zamanlar Ankara’da gelişen tiftik dokuma sanayi, şehrin ekonomik hayatında büyük ağırlık taşımaktaydı. Bu sanayi XVI. yüzyılda altın çağını yaşamıştır. Tiftikten dokunan “Sof”, “Şali” ve “Muhayyer” adlı tiftik kumaşları hem Osmanlı şehirlerinde hem de Avrupa Pazarları’nda çok tutulmuş, yüksek fiyatlarla satılmıştır. Tiftiğin batı dillerindeki karşılığı olan “mohair-moher” kelimesi Ankara’nın “Muhayyer”inden gelir. Ankara’nın tiftik ürünlerinin Avrupa’ya gönderilmek üzere deve kervanlarıyla liman şehirlerine taşınması bile başlı başına ele alınıp araştırılmaya değer ilginç bir konudur. Ankara tiftik sanayi zaman içinde aşama aşama gerilemiştir. Burada ayrıntısıyla anlatmam çok zaman alır. Kısaca değinecek olursam: Ankara’nın tiftik ürünleri başlangıçta kumaş olarak yani tam mamul olarak satılırken, dış talepteki değişime bağlı olarak zamanla kumaşın yerini tiftik ipliği yani yarı mamul almış, gerileme orada da durmamış, ipliğin yerini bu kez ham tiftik almış ve nihayet XIX. yüzyılın sonlarına doğru Ankara Keçisi’nin Türkiye dışında da yetiştirilmeye başlanmasıyla Ankara bu konuda tekel olma ayrıcalığını tümüyle yitirmiştir. Gerek Osmanlı’nın son dönemlerinde gerekse Cumhuriyet döneminde Ankara tiftik dokumacılığını yeniden canlandırmak için çeşitli girişimlerde bulunulmuşsa da maalesef bu yolda bir başarı sağlanamamıştır. İşte 2003 yılında yayınlanan “Ankara Keçisi ve Ankara Tiftik Dokumacılığı” isimli kitabımda bu konuları işlemiştim. 2012 yılında yayınlanan “Suda Suretimiz Çıkıyor” adlı kitabınız ve Ankara dereleri üzerine neler anlatmak istersiniz? Bu konu bir süredir çok ilgi çekiyor; nereden aklınıza geldi böyle bir kitap yazmak? [caption id="attachment_201097" align="alignleft" width="339"] Yakın zamanlara kadar Keçiören'in kuzeyinde tertemiz akan Hacı Kadın Deresi[/caption] “Ankara da bir zamanlar bir dereler şehri idi” Çocukluğumun bir bölümü Ankara’nın eski gecekondu semtlerinden biri olan Aktaş’ta geçti. Okuduğum okulun 200 metre yakınında, bostanlar içinde Hatip Çayı akardı. Bazı yaz günlerinde öğretmenlerimiz bizi çayın kıyısına götürürdü. Dizlerimize kadar suya girer, su üstünde hareketsiz duran kurbağalara taş atardık. Çocukluk işte. Aktaş kayalıklarının ve tertemiz akan Hatip Çayı’nın bakir görüntüleri ömrüm boyunca hayalimden silinmemiştir. O hayaller, Ankara araştırmalarına yöneldiğim dönemde, beni Ankara derelerinin öyküsünü yazmaya sevk etti. “Suda Suretimiz Çıkıyor” öyle yazılmıştır. Akarsular her zaman şehir peyzajlarına çok şey katarlar. Yeşilırmak olmadan Amasya o kadar pitoresk olur muydu? Bartın da öyledir, Manavgat da öyledir. Eskişehir, Porsuk’la güzeldir. Bugün çok şey değişmiştir ama Ankara da bir zamanlar bir dereler şehri idi. Tabii dereler söz konusu olduğunda onları yalnızca güzellikleriyle, kıyısındaki bahçelerle anlatmak yetersiz olur. Mesela Hatip Çayı ele alındığında su değirmenlerini, tabakhaneleri, bir zamanlar sof yıkama boyama işlemlerinin onun kıyısında yapıldığından söz etmeden olmaz. Ben bütün bu değişimi kitabımın arka kapağındaki tanıtım yazısında şöyle dile getirmiştim, oradan aynen okuyayım: Son 80-90 yılda Ankara yerleşim alanı ve nüfusuyla bütün öngörüleri aşan bir büyüme göstermiş ve kazandığı donanımlarla modern bir metropole dönüşmüştür. Ne var ki bu süreçte Ankara’nın doğal ve tarihi değerlerinden önemli kayıpları olmuştur. Bu kayıpların bir bölümü Ankara akarsularıyla ilgilidir. Bu zaman diliminde Ankara derelerinin büyük bir bölümü büzler, menfezler içine alınmış, üzerlerindeki köprüler, bentler yıkılmış, kıyılarındaki bahçeler yok olmuştur. Böylece Ankaralılar için, yaz gecelerinde dere boylarında yapılan gezintiler, kemerli taş köprüler, değirmen arklarında çamaşır yıkayan kadınlar, sürüler halinde yüzen ördekler bir uzak geçmişten fotoğraf karelerine yansıyan hayallere dönüşmüştür. [caption id="attachment_201098" align="alignleft" width="700"] 1922-23 yılları. Bent Deresi üzerinde Çakırlar Köprüsü[/caption] Şunu da söylemeliyim ki, kitabımda Ankara derelerinin geçmişini bütün yönleriyle anlatırken bir yandan da hâlihazırda açıktan akan akarsularımızın değerlerinin bilinmesi ve korunmaları için bir farkındalık oluşmasına katkı yapmayı amaçlamıştım. Bu amaca kısmen ulaşıldığı söylenebilir. Son olarak size şunu sormak istiyorum: Amsterdam Rijksmuseum’da bulunan Ankara’nın ilk yağlı boya tablosu olarak bilinen “Ankara Manzarası” iki yıl süreyle sergilenmek üzere Türkiye’ye, Ankara Rahmi Koç Müzesi’nde getirildi. Sanırım sizin bu konuyla da ilgili çalışmalarınız oldu, kısaca anlatır mısınız? Uzun yıllar bir Halep manzarası olduğu düşünülen ve hatta bazı kitaplarda da bu şekilde tanıtılan bu tablonun bir Ankara manzarası olduğunu ilk kez değerli bilim adamı Prof. Dr. Semavi Eyice keşfetmişti. 1970 yılında Türk Tarih Kurumu’nda verdiği bir konferansta tablonun Ankara’ya ait oluşunu kanıtlarıyla ortaya koyarken, Ankara tarihini de çok kapsamlı referanslarla, çok da özlü bir şekilde anlatmıştı. Konferans metni 1972 yılında bir kitapçık olarak da basılmıştı. Rahmetli hocamız kitabının bir yerinde “Ben ağırlıklı olarak Ankara tarihi üzerinde çalışan biri değilim, ilerde bir Ankara araştırmacısı belki de benim bu tabloya ait tespitlerimi daha ileri noktalara taşıyacaktır” diyordu. İşte ben, belki biraz da haddimi aşarak, bunu yaptım. 2008 yılında Kebikeç dergisinin 25. sayısında yayınlanan bir makalemle Semavi Hocanın Ankara Manzarası’na ilişkin bulgularına hasbelkader katkılarda bulundum, onun teşhis etmediği çok sayıda yapıyı belirledim, yorumlar yaptım. Tablonun Vehbi Koç ve Ankara Araştırmaları merkezi tarafından Hollanda Büyükelçiliği ile işbirliği yapılarak Ankara’ya getirilip Rahmi Koç Müzesi’nde teşhirine kadar uzanan süreçte gerek bu makalemin gerekse diğer çabalarımın çorbada tuz misali katkısı olduğu takdir görmüş olsa ki, tablonun tanıtım toplantısında sunum yapacak üç kişiden birinin ben olmam uygun görülmüştü. Tablo hakkında anlatabileceğim şeyler bizim bu sohbetimizin sınırlarını çok aşar. Bence bugün bu kadarla yetinmemiz uygun olur. Ankara’ya ilişkin yeni çalışmalarınız var mı? Uzun bir süredir Ankara fotoğrafçılık tarihi ve Ankara posta kartları üzerine bir kitap çalışmam var. Konu çok kapsamlı ve karmaşık, bitmek bilmiyor. Her şeye rağmen birkaç ay içinde tamamlamayı ümit ediyorum. [caption id="attachment_201099" align="alignleft" width="698"] 1940'lı yıllar Çubuk Çayı üzerinde Etlik Köprüsü[/caption]
Editör: TE Bilisim