Taner DEDEOĞLU - İpe dizilmiş boncuklar insanlık tarihine, avda, savaşta şans getirmesi, hastalıklardan koruması gibi amaçlarla girer. Avlanan hayvanların dişleri ve bazı kemiklerinin kullanıldığı boncuklar daha sonra dinlerde ibadet aracı olarak kullanılmaya başlar. İlk Budizm, Hinduizm de tesbihe rastlanır ardından da yayıldığı coğrafyaya göre, Musevilik, Müslümanlık, Hıristiyanlık (Katolik) da görülür. Tesbihin İslamiyet’e giriş dönemi kesin olarak bilinemiyor. Hz. Muhammet’in tesbih taşıdığına dair de bir belge yok fakat namaz sonrasında, otuz üçer defa “Subhanallah”, “Elhamdulillah” ve “Allah-u Ekber” zikri sırasında, sayıyı belirlemek için çakıl taşı veya hurma çekirdeği kullanıldığı bazı hadislerde geçiyor. Müslümanların elden ele geçirerek sayı tutmaya çalıştığı bu malzeme daha sonraki asırlarda bir ipe dizilerek, taşıma ve sayma kolaylığı sağlanıyor. Müslümanlıkta ilk tesbihi halife Hz. Ebu Bekir’in zikir amaçlı kullandığı kabul ediliyor. Tesbih taneleri de dinlere göre; Musevilerde 17, Müslümanlarda 11,33 veya 99, Budistlerde 108 gibi değişik sayılardan oluşuyor. İslâmiyet’te 500 veya 1000 lik tesbihler de Tekke ve Dergâhlarda kullanılıyor. Dini amaç dışında günümüzde bilim insanları, çalışma hayatının güçlükleri, sorunların endişeler altında sinir hücrelerini yormaması, beynin özgür bırakılması, rahatlatılması, dikkatin başka tarafa yönlendirilmesi için tesbihin yararlı olduğunu söylüyorlar. Ancak günümüzde koleksiyon, hediye amaçlı olanlardan başka tesbihi bir oyuncak veya el alışkanlığı olarak kullananlara, sallayarak veya çeşitli figürler yaparak dolaşanlara, tutulan takım renklerinde tesbih çekenlere hatta bir şarkıda geçtiği gibi “hayatı tesbih yapıp sallayanlara” da rastlanıyor. Bugün, iki asırlık aile geleneği olan tesbihçiliği sürdüren Hasan Güler usta ile Zaman Tüneline giriyoruz. AİLEDE KADINLAR USTA 1988 yılında Ankara’da doğan Hasan Güler mesleği teyze çocuklarından öğrendiğini belirterek şöyle konuşuyor: “ Anne tarafım hep bu işi yapmış, araştırmalarımda iki asır geriye kadar gittim ve hepsi, hem madeni çıkartmış hem de işlemiş. Annemin babası Mehmet Özbek tesbih işine Oltu’da başlamış daha sonra Erzurum’da atölye açmış. Onun zamanında ‘el kemanesi’ denilen makine var, bir elinle malzemeyi çevireceksin, diğer elinle de bıçağı tutarak şekil vereceksin. Bu gün lazerli makinalar bile kullanılıyor ama benim atalarım, taneye geçmeden önceki ‘gobut’ dediğimiz evreyi ellerindeki bıçakla yapmışlar, sonra el kemanesi ile taneyi yuvarlamışlar. Tanelere gümüş, altın, zümrüt oyma, kakma, mıhlama yapılmış. Ne yazık ki dedemin ‘el kemanesinde’ çalışırken tek bir fotoğrafı var elimizde… Babam Hicabi Güler devlet memuru olduğu için biz Ankara’da yaşıyorduk. Babamın vefatından sonra ‘hangi meslek’ diye bir şey düşünmedim, teyzelerimin çocukları yanına çırak olarak girdim. Sincan Lisesini bitirene kadar hafta sonları ve tatillerde çıraklık yaptım, daha sonra da kendi yerimi açtım. Ben zaten tesbih işinde doğdum ve büyüdüm, Anneannem Cevahir Özbek, teyzem Halime Bülbül ve onların çocukları hep bu işte, annem Makbule de Ankara’ya gelene kadar bu işi yapmış, yani aile mesleği.” USTANIN RUH HALİNİ YANSITIYOR İki asırlık aile geleneği ile Osmanlı El Sanatlarını sürdürmekten mutlu olduğunu söyleyen Hasan Güler, ustanın tesbihe katkılarını da şöyle anlatıyor: “Değişik türdeki malzemenin makinada şekillendirilmesi değildir tesbih yapmak. Bizim işte müşteri ve ustanın o günkü ruh yapısı da çok önemlidir. Taneleri, imameyi çekerken, düşlediğin şekil çıkmaz, taneler birbirine uymaz. Hani kitap yazarken, kelime üretemezsiniz ya, işte öyle… Buna müşterinin kişiliğini de katabilirsiniz. Nasıl bir kişilik, nasıl bir model istiyor. Aykırı gelenleri sizin sanatınız kabul etmez… USTANIN İMZASI İMAMEDE OLUR İşte bu durumlarda beklenilen şekil çıkmaz, kırılır, iş uzar gider. Kimi iş de makineyi çalıştırmaya başlayınca akar gider… Bizim iş ‘el emeği göz nuru’ diye tanımlanır, bugün gelişen teknolojide bile böyle. Belki taneleri lazerle yapabilirsiniz ama imame elde yapılır. Ustanın imzası imamededir. İşin sırı burada gizlidir, işten anlayanlar, imameye bakıp hangi ustanın eseri olduğunu hemen anlar. Tesbihte her ustanın bir imzası vardır, kimi imameden sonraki ‘firen’ dediğimiz yerde, kiminin ki ‘çivi’ dediğimiz imamenin ucunda değilse imamede bir imza, işaret vardır.” MAMUT DİŞİ BİLE GELİYOR Usta Hasan Güler günümüzde tesbih yapımında kullanılan malzemeleri de şöyle anlatıyor: “Günümüzde av yoluyla elde edilmesi yasak olan bazı maddeler ki biz bunlara ‘diş gurubu’ diyoruz, Fil, Balina gibi hayvan dişleri bir şekilde meraklısının eline geçiyor, onlarda bize getiriyor. Son zamanlarda Mamut dişi geliyor. Kutuplarda, sanıyorum eriyen buzullardan çıkıyor, bunlar çok ucuz ve çok yaygın günümüzde. Yine yasal engele takılan hayvansal ürünlerden Kaplumbağa kabuğu var. Geçmiş dönemlerde gözlük çerçevesi yapılmış, hala da pena yapımında kullanılıyor, Karetta Karettaların kabukları bize de geliyor, onların işlenmesi çok farklı bir yöntem, önce kalınlaştırıp sonra tane şekline getiriyoruz. Ben daha çok, Oltu Taşı, Kehribar gibi malzeme işliyorum. Oltu Taşı ‘siyah kehribar’dır, Ardıç ağacı reçinesinin binlerce yıl toprak altında beklemesi ile oluşur. Parlak siyah renkli olan Oltu Taşını işlemek zordur, serttir, gevrektir, kırılgandır. Yıllarca maden ocaklarının yanlış kullanımı sonunda bu gün, zor elde edilir oldu böylece de kıymeti arttı. Bunun fiyatı yükselince piyasaya ‘Gürcü taşı’ diye bir şey girdi, Oltu Taşına çok benziyor ama aynı kalitede değil. Ben Firuze, Mercan gibi zor maddeleri de işliyorum, ağaç türlerini de. Pelesenk, Yılan, Kuka, Demirhindi gibi ağaç türlerine şimdilerde bir de Afrika’dan gelen sert ağaçlar eklendi. DAMLA KEHRİBAR Damla Kehribar ise Allah’ın bir hikmetidir, milyonlarca yılda oluşur, Baltık Denizi dibinden çıkar, çam ağacı reçinesidir. Damla kehribar talaşının bala karıştırılıp yenmesinin çeşitli hastalıklara iyi geldiği söylenir, ben Guatr hastalığının tedavisinde kullanıldığına ve iyi geldiğine tanık oldum. Sıkma Kehribar ise kimyevi bir maddedir. 1920 li yıllarda, Almanya’da Faturan adlı fabrikada plastik yerine üretilmiş bir maddedir. Savaş döneminde üretilen bu maddeden, baston, şemsiye sapı, çekmece kulpu gibi maddeler üretilmiş. Sarı, mavi, mor ve pembe üretilen madde yıllar sonra kırmızıya dönmeye başlamış. Üretimi yapan mühendis ölmüş, savaş nedeniyle fabrika kapanmış ve Amerika’ya taşınmış. Ham maddesi Fenol Formaldehit olan bu maddenin formülü bilinemediği için üretilemiyor. Maddenin plastikten farkı, yoğunluğu, renk değişimi ve üzerinde hareleri olması. Şimdi bu da kıymetli bir madde oldu, dolar bazında fiyatı giderek artıyor.” KULLANAN ARTIYOR Genç kuşak tesbih ustası Hasan Güler, bu aksesuara ilginin giderek artığını belirterek şunları söylüyor: “ Biz Orta Asya’dan gelmişiz zeytin, hurma çekirdeklerinden bir şekilde yararlanmışız. On sekizinci asırdan itibaren de tesbih üretimde ustalaşmalar başlamış. Anıtkabir Müzesi’nde Oltu Taşı tesbih ve ağızlıklar gördüm, kaplumbağa kabuğundan köstekli saat koruması bile var. Osmanlı döneminden kalma tablolara bakın mutlaka bu taşlardan bir aksesuar görürsünüz. Daha sonra dini amaçla başlayan tesbih kabadayıların da aksesuarı olmuş. Bugün müşteri portföyümüz genç işadamları, politikacılar, bürokratlardan oluşuyor. 15-25 yaş arası gençlerde büyük bir merak var, harçlıklarını biriktirip iyi bir tesbih almaya uğraşanları tanıyorum. Bayanlardan da orta yaş gurubundan ilgi var. Bunlar hobi, koleksiyon, aksesuar ve zikir amaçlı tesbih alıcıları. Bizim iş kolunda Osmanlı El Sanatlarını sürdürdüğüm için vergi muafiyetimiz var. Yani devlet bize ‘bu kültürü yaşatın’ diye destek veriyor, biz de yaşatmaya çalışıyoruz. Mesleki sorunlarımızı da burada dile getirmek isterim, ben onlara ‘Ajdar’ diyorum… Tesbih alırken ve bir vesile ile izleme fırsatı bulduğu ustayı taklit ederek ‘usta’ olanlar var. Çıraklık yapmadan usta olanlar, bir dönem ünlü oluyorlar, sanata, mesleğe, ustalığa hiçbir iz bırakamadan da kaybolup gidiyorlar. Olan bunlardan tesbih alıp koleksiyonuna koyanlara oluyor. Para yatırıp güzel bir iş yapmak isteyenler bu tesbih sahtekârlığına av olmasınlar.”