Hıfzı Topuz’la bir öğleden sonra... (1)

Hıfzı Topuz... Sadece Türkiye’de değil, dünyada da iletişim araştırmaları denildiğinde ilk akla gelen isimlerden. Yazdığı biyografik kitaplar, romanlar, anı ve söyleşilerin yanı sıra, UNESCO’da yaptığı çalışmalar, Paris yılları ve bu yıllarda kitaplarına konu olan dostlarıyla anıları, dolu dolu bir yaşama tanıklık etmiş. Gazetecilik yıllarında yaptığı haber ve röportajlarda kullandığı yalın ve akıcı dil, kitaplarının geniş kitlelerce okunmasını sağlarken, binlerce mektubun da yer aldığı arşivi, yeni eserleri için ustaya ilham oluyor. Şu anda yakın arkadaşı Melih Cevdet Anday’la mektuplarının da yer alacağı yeni bir kitap çalışması içinde olan meslek duayeni Hıfzı Topuz’la, bir öğleden sonra İstanbul’daki evinde söyleştik. Topuz, ilham verici çalışmalarıyla geçen hayatını 24 Saat Gazetesi için anlattı. Röportajımızın birinci kısmı...
RÖPORTAJ / SULTAN YAVUZ - İstanbul, 1923... Türkiye’de özellikle basın alanında yaptığı çalışmalarla önderlik edecek, dönemin neredeyse tüm sanat ve edebiyat çevresiyle dostluk geliştirecek, bu anıları daha sonra kitaplaştıracak bir duayen dünyaya gelir. Bir yandan anneannesinin annesi “Meyyâle”nin hikâyesi ve “Son Osmanlılar” gibi kitaplarla Osmanlı’ya uzanan Topuz, bir yandan da dost edindiği Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Fikret Mualla, Avni Arbaş gibi sanatçılarla dönemine ışık tutacaktır. Anlatımında sadeliği benimseyen ve bunu mesleğiyle bağdaştıran bir röportaj ustasının röportajını yazmak güç olsa da, Topuz’un samimi anlatımının bu yazıya ilham olmasını diliyorum. Hıfzı Topuz, 1942 yılında Galatasaray Lisesi’ni, 1948’de ise İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirir. Fransa, Strasbourg Üniversitesi’nde devletler hukuku ve gazetecilik alanlarında yüksek lisansını 1957 ve 1959 yıllarında tamamlayan Topuz, Strasbourg Hukuk Fakültesi’nde gazetecilik üzerine doktorasını 1960 yılında tamamlayacaktır. Öğrencilik yıllarında Akşam gazetesinde önce istihbarat şefi, sonra yazı işleri müdürü olan Topuz, aynı zamanda İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın da kurucuları arasında yer alarak, başkanlığında da bulunur. 1959 yılından 1983 yılına kadar Paris’te UNESCO Genel Merkezi’nde “Özgür Haber Dolaşımı” şefi olarak çalışarak, Uluslararası gazetecilik örgütleri arasında mesleki işbirliği, basın ahlakı, gazetecilik eğitimi ve gazetecilerin korunması projelerini yönetir. Afrika ülkelerinde, Hindistan’da, Filipinler’de gazetecilik eğitimi seminerleri düzenleyen Topuz, Kara Afrika’da kırsal basın projesini oluşturur. Türkiye’de iletişim araştırmalarının öncülüğüne yapan Topuz, 1962 yılında o zamanki adıyla Basın-Yayın Yüksekokulu olan Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin kuruluşu için Paris’te, UNESCO merkezinde ilk projeleri hazırlar. TRT’de 1974 ve 1975 yılları arasında Radyolardan Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı’nda bulunan Topuz, 1986’da İletişim Araştırmaları Derneği (İLAD)’ı kurar. Vatan, Milliyet ve Cumhuriyet gazeteleri ile çeşitli dergilerde diziler ve inceleme yazıları yazan Topuz, Anadolu Üniversitesi, Galatasaray ve İstanbul Üniversiteleri iletişim fakültelerinde basın, radyo-televizyon tarihi, uluslararası iletişim ve siyasal iletişim dersleri verdi. Üretkenlikle geçen yıllarına onlarca kitabı da ekleyen Topuz’un hikâyesini kendi ağzından dinleyelim... “Asgari ücret 90 liraydı ve ben 20 lirayla işe başladım” Hıfzı Topuz, eğitim ve iş hayatını şöyle anlatıyor: “Galatasaray Lisesi’nde ki hocalarım, düşünsel anlamda beni etkiledi, özellikle de edebiyat hocam. Ben liseden sonra hukuk fakültesine girdim. Devlet memuru olmaktan korkuyordum, çünkü benim gibi bir solcu için zor olacağından, ‘avukatlık yapayım’ diyerek, hukuk fakültesine girdim. Fakat fakültenin son yılında Akşam gazetesinde çalışmaya başladım. Okuldan sonra askerlik ve altı aylık avukatlık stajı yaptım ama muhabir olarak tutunca, ‘Tamam, yerimi buldum’ dedim. Gazetecilik her şeyimi karşılayan bir meslekti. O zaman, asgari ücret 90 liraydı ve ben 20 lirayla işe başladım. Başarılı olunca, 70 ve 90 liraya çıktı, istihbarat şefi oldum, hâlâ 90 lira alıyorum ama sonra aylığım 250 liraya kadar çıkınca artık geçimimi sağar oldum. Fakat bir ara işsiz kaldım ve Strasbourg’a gittim, orada uluslararası gazetecilik eğitim merkezi vardı ve 1957’de ilk açılışına gidince, bu müthiş hoşuma gitti. Orada iki ay kaldım ve Strasbourg Üniversitesi’nde doktoraya başladım. Türkiye’ye döndüm, bir yıl sonra tekrar gittim ve Strasbourg artık evim gibiydi. İki yüksek lisans, bir doktora yaptım. Gazeteyle işim kalmayınca, UNESCO’da da bir yer olduğunu öğrenince adaylığımı koydum ve 80 aday içinden ben kazandım. İşim, gazetecilik eğitimi üzerineydi.” UNESCO çalışmaları Topuz, Afrika’da gazetecilik eğitimini geliştirmek için seminer ve kurslar düzenlemeye başlar, bir yıl Kongo’da kaldır. “Kongo’da tek gazeteci yoktu, kimsenin deneyimi yoktu, tüm Kongo’yu seminerle dolaştım ve gazeteci olabilecek isimleri seçtik, onlarla çalıştık. Uzun yıllar da iletişimimi sürdürdüm” diyor. UNESCO’daki amaçlarının bölgesel eğitim merkezleri kurmak olduğunu belirten Topuz, birinci merkezi Senegal’in başkenti Dakar, ikincisini ise Ekvador’un başkenti Kito’da kurduklarını, ancak Arap ülkeleri için yapmak istedikleri çalışmayı gerçekleştiremediklerini kaydediyor. Topuz şunları anlatıyor: “Uzakdoğu, Filipinler, Hindistan, Çin, Avrupa... Dolaşmadığımız yer kalmadı. Günümüzdeki gazetecilik eğitimi oralara bu şekilde yerleşti. Biz bu işi ele aldığımızda, Strasbourg’da özel bir gazetecilik okulu vardı ama geçerliliği pek yoktu. Fakat Ren şehrinde papazların açtığı bir gazetecilik okulu daha önemliydi, bu iş dünya çapında ele alındıktan sonra her üniversitede eğitim merkezleri açılmaya başlandı. Türkiye’de ise yoktu ve ben bizde de açılması için Ankara’ya gitmiştim. ODTÜ rektörü Kemal Kurdaş’ın Birleşmiş Milletler’e okul açılması için verdiği dilekçe, UNESCO’ya havale edilmişti. Ben de onunla meşgul olmaya başladım. Fakat Ankara’da bu iş için en elverişli yerin Ankara Üniversitesi olduğunu düşünerek, evvela Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne bağlı Basın-Yayın Yüksekokulu için başvurduk. Sonra bu okul fakülteye dönüştü zaten. Oraya sürekli uzman gönderdik ve bizim verdiğimiz burslardan Oya Tokgöz, Aysel Aziz gibi bir kaç kişi faydalandı, birer yıl yurt dışında okuttuk. Ben Ankara İletişim Fakültesi’nin kuruluşunda ön ayak olduğumuzu düşünüyorum. Avrupa’da da okullar arası çeşitli eğitim seminerlerinde yönetici durumundaydım, Avrupa’nın her yerinde okullar açılmaya başlandı ve gazetecilik eğitimi yerleşti. Bunda benim de rolüm olduğu içi çok mutlu oldum.” “İnsanın yeteneği yoksa, gazeteci olamaz” Topuz, gazeteciliğin bir yetenek meselesi olduğunu ancak bunun kültürle ve bilgiyle beslenmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Topuz, “Gazetecilik zorla olmaz, insanın yeteneği yoksa, gazeteci olamaz ama onu kültür ve bilgiyle beslemek için de yetenekli insanları okutmak lazım. Bunlar birbirini tamamlayan şeyler” diyor. Gazeteciliğe başladığında, meslekte az sayıda üniversite mezunu olduğuna dikkat çeken Topuz, “Lise mezunu olanlar da yoktu, muhabirlikten yetişmiş gazeteciler vardı” diye belirtiyor. Topuz, Türkiye’de gazetecilik eğitimine ilişkin şunları söylüyor: “O dönem, çekirdekten yetişenlerin çoğu becerikli insanlardı ama yazı yazmasını bilmiyorlardı. İlk kez İstanbul’da İktisat Fakültesi içinde yüksek gazetecilik okulu gibi bir yer açıldı. Mesleki bir okuldu ama hoca yoktu. Prof. Orhan Tuna müdürlüğe getirilince beni çağırdı, ben de ders vermeye başladım. Ders veren gazetecilerin verileri hemen tükeniyordu, ‘Hıfzı Bey, nereden kitap bulsak da anlatsak bu işleri?’ diye sorarlardı, yardım ederdim, UNESCO’ya gidip gelirken kitap getirirdim. Okul açılınca diploması olmayan gazeteciler oraya yazıldılar ve sadece gazeteciler de değil, polisler de yazıldı. Sonra Ankara’da açılan Basın Yayın Meslek Yüksekokulu ise hep iftihar ettiğim bir okul oldu. UNESCO’da olmam, Ankara’daki okula katkı sağlamıştı çünkü Ankara’ya imtiyazda bulundum. UNESCO’da 25 yıl çalıştıktan sora, 60 yaşında emekli olunca ‘Döneceğim’ dedim. Benim yerime kimsenin olmadığını, devam etmemi istediklerini söylediler. Fakat ben kararımı vermiştim. İsmail Cem’i tanıyan Ercan isimli arkadaşım ‘Bir gazete çıkaralım, başına da sen geç’ dedi ama kabul etmedim. Paris’teki evimi, arkadaşlarımı bıraktım ve döndüğümde akademisyenliğe başladım. Evvela Anadolu, sonra İstanbul Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora dersleri verdim. Anadolu Üniversitesi’nin iletişim fakültesini kurarken, enstitünün müdürü ‘Adına iletişim değil, sosyal reklamcılık diyelim’ dedi. İlk dersin adına da ‘sosyal reklamcılık’ dediler, kitabımın adına da... İletişim kelimesinden ürküyorlardı, sonra iletişim kelimesinin gazetecilikten daha geniş olduğunu, radyoyu da, insanlar arası iletişimi de kapsadığını anlattım ve yavaş yavaş bu kelime yerleşti.”