Yusuf KANLI Bir tek gün bile beraber çalışmadım Mehmet Ali Kışlalı ile; benim kaybım. Ancak, her zaman benim “editörüm” en haşin eleştirmenim, hocam ve ne mutlu ki en sıkı takip eden okurlarımdan birisi oldu. 1933’de Kilis’de doğan Mehmet Ali Kışlalı benden on yıllar önce 1961 yılında Daily News gazetesi Ankara’da çok basit ve zor şartlarda hayata gelirken hem kurucusu İlhan Çevik’in yakın arkadaşı ve iş ortağı hem de Türkçe yayınların bile yaşamakta zorlandığı bir şehirde İngilizce yayın yapacak günlük gazetenin ilk editörü oldu. 1978 yılında kadrosuna resmen dahil olduğum ancak bir yıl önce stajyer olarak katıldığım Daily News, benim katıldığım dönemde bile yaşayıp yaşamayacağı üzerine bahis tutulan bir yayındı. Tecrübesiz bir diplomasi muhabiri olarak Mehmet Ali ağabey ile ilk karşılaşmam İlhan beyin odasında olmuştu. Uzun boylu, yakışıklı ve konuşurken insanın gözlerinin içine bakan haşin bakışlı birisiydi. Çekinmiştim doğrusu. Hatırladığım kadarıyla günün önemli birkaç olayıyla ilgili bilgimi yoklamış, adeta bir sınavdan geçirmiş sonra da beni odadan gönderdikten sonra İlhan beyle “on the rocks” (su katılmamış, buz üstüne viski) sohbetine devam etmişlerdi. İlhan bey dünya tatlısı ama biraz sinirli mizacı olan bir patrondu. Önce kızar, söylenir, bağırır sonra gönül almak için normal zamanda vermeyeceği birçok tavizi verir, gönül almaya çalışırdı. Nur içinde uyusun, çok şey öğrendim ondan. Daha sonra birçok diplomatik gelişmeyi Kışlalı’nın “Yankı” dergisindeki elemanlarıyla beraber takip ettim. Gazetede kısa yazmak zorunda olduğumuz birçok gelişmeyi Yankı dergisinde arkadaşlar enine, boyuna, ilgili yan gelişmeler, konunun geçmişi ve mümkün ise ilerideki dönemde nasıl bir gelişme beklenmesi gerektiği gibi çok detaylı veriyordu. Bir anlamda Yankı dergisinin de sıkı okuyucusu olmuş, kendini geliştirmeye çalışan genç bir diplomasi muhabiri olarak bu bulunmaz nimetten yararlanmaya çalışıyordum. O dönemlerde Mehmet Ali ağabey aynı zamanda İngilizce Outlook dergisini çıkarmakta, efsanevi Tercüman gazetesinde çalışmakta, Time ve New York Times’ın temsilciliğini yapmakta, birçok yabancı gazetelere ve dergilere yazılar göndermekteydi. Yazdığım haberleri yakından takip ettiğini bir gün telefon edince öğrendim. 1980 darbesi sonrasındaydı. O dönemlerde daha birçok konuda olduğu gibi dış ekonomik konularda, hele enerji ya da yatırımlar gibi hassas hususlarda haber yayınlamak yasaktı. Hatırladığım kadarıyla Irak ile ekonomik ilişkiler konulu bir Anadolu Ajansı haberini istihbarat olarak görüp geliştirmiş ve oldukça kapsamlı bir haber yazmıştım. Doğrusu tam Yankı dergisine göre bir yazıydı. Gazetede de gayet iyi yer almış, İlhan beyden de kolay alınamayan bir “aferin” gelmişti o yazıyla. Santral Mehmet Ali Kışlalı seni arıyor dediğinde sandalyeden düşüyordum. Keskin, köşeli ifadelerle yazıyı beğendiğini ama bazı detayları konuşmak istediğini söyledi. 15 dakika kadar beni çok sıkı sorguladı ve sonuçta “Yazı işte böyle yazılmalı… Gerçi İlhan bu kadar uzun haber istemezdi, nasıl ikna etmişsen, helal sana çocuk” gibi bir iltifat ile beni mest etti. Ondan sonra yıllarca birkaç haftada bir yazdığım bir haber üzerine görüşlerini aktarmaya bazen de habere bakış açımda nasıl bir hataya düştüğümü söylemeye aradı. Hem çok sıkıldığım, bazen kızdığım ama büyük yarar gördüğüm sohbetlerdi o telefondaki birkaç dakika görüşmeler. Arada bir resepsiyonlarda da karşılaşmadık değil, ama öyle toplantılarda Mehmet Ali ağabey sanki mıknatıs gibi hep ilgi odağında olduğundan, yanına yaklaşmak hele özel sohbet etmek imkansızdı. Körfez savaşı sırasında Dışişleri sözcüsünün bana, bakanın patronuma baskılarıyla bir yanlış haber yayınlamıştık. O haberden dolayı ben çok üzüntü duymuş, ne yapacağımı bilemez haldeyken o büyük usta “Olmaması gereken ama öğrenmen için de yaşanmasında yararlı bir durum bu… Olay gerçekleşmeden haberi olmaz. Kim ne kadar baskı yaparsa yapsın, bir daha sakın bu tuzağa düşme” diye uyardığında utancımdan yerin dibine geçtim. Şimdi gazetecilik konferanslarında bazen daha da detaylı anlattığım bu olay onun sayesinde bir editör olarak sınırlarımı öğretti. Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’nde beraber konuşmacıydık 20 yıl kadar önce. Merkez yeni kurulmuştu. İkimizin de konusunun çerçevesi terörle mücadelede medyanın görevi idi. Ben o toplantıdaki sunumumda terörün onlarca değişik tanımını verdikten ve ülkelerin ikircikliklerinin, birisinin teröristinin diğerinin özgürlük savaşçısı gibi olmasından dolayı ortak mücadele edilmediğini ve bu nedenle de başarı şansı olmayacağını vurguladım. Medya olarak ise, görevimizin terörist yakalamak veya kimin terörist olduğuna karar vermek değil, mesleğimizin gereğini yani gerçek haberi okuyucuya hazırlamamız gerektiğini vurguladım. Teröre karşı çok sert tutumu olan Mehmet Ali ağabeyin bana kızacağını düşünüyordum ve biraz da endişeliydim. Nitekim kendi sunumunda hem gazetecilik ilkelerine vurgu yaptı hem de teröre karşı vatan savunmasında hiçbir şekilde zafiyet gösterilmemesini vurgulayınca Mehmet Ali ağabey, “Yandım şimdi” dedim doğrusu. Az sonra ara verilince çekinerek yanına gittim. “Çok güzel sunum yaptın. Ben de tamamladım” dedi ve beni tebrik etti. İki sunumu tekrar inceleyince gerçekten de aynı konuyu eksiksiz sunduğumuzu, hem mesleğimizin gerektirdiği objektifliği, “önce gazeteci” olmayı savunduğumuzu ama aynı zamanda “vatandaşlık ödevlerini” de yeterince vurguladığımızı gördüm. Pazar günü Covid-19 salgın şartlarında az sayılmayacak bir dost, arkadaş, akraba kalabalığı Mehmet Ali Kışlalı’ya son vazifemizi yerine getirmek için toplandık. Tekrar görüşünceye kadar, elveda büyük usta.