Birsen GÜRDİL / Dizi sektörü ve film yapımcılarının seyirciyi sinema salonlarına ve de ekran başına çekebilmek için ilginç konular aradıkları şu günlerde kitap market raflarında satışa sunulan bir roman pek çok ünlü senaristin ilgisini çekmiştir. “Anne beni bekleme” adı ile okurlarında beğenisini kazanmış bu yapıt gerçekte barışı savunan bir roman olmasına rağmen 1919 yılında Anadolu’ya ayak basan Yunan ordusunun, İngilizlerin, Fransızların ve İtalyanların ortak kararı ile İzmir’i işgali ile gelişen olayların meydana getirdiği Yunan katliamlarına tahammül edemeyen bir Rum askerin yaşadığı sorunların işlendiği bir savaş hikâyesi olmasına karşın temelde barışı savunan duygusal bir yapıt olarak ilgi çekmiştir. Bu başarılı romanın yazarı Hidayet Karakuş, uzun süren çalışma ve araştırmaları sonucu zevkle ve heyecanla okunacak bu romanın kahramanı bir Yunan askeri olan Pandelli’dir. Korint Körfezi’ndeki Delfi köyünden askere alınmış olan genç Yunanlı daha silah kullanmayı öğrenmeden Anadolu’ya cepheye gönderildi. Acemi, acemiliğin ötesinde insani duyguları fazla bir erdi. Yunanlıların İzmir’e çıkması üzerine ulusal özgürlüğümüz için kurtuluş mücadelesine girişen Türk orduları, Yunanlıları Afyon yakınlarında bozguna uğratırlar, çareyi kaçmakta bulan yunanlılar geri çekilirken silahsız halka yapmadıkları eziyet kalmamış çoluk çocuk, kadın-yaşlı, hamile demeyip önüne çıkan herkesi vurup öldürmekle kalmamışlar, her yeri yıkıp yakmışlardır. İşte bu insanlık dışı vahşeti sergileyen Yunanlı askerlerin arasında bulunan Pandelli, yapılan bu katliamlar karşısında insanlığından utanarak annesi Maria’ya sık sık yazdığı mektuplarda savaşın korkunç yüzüyle karşılaşıp, işlenen zulmün ortağı olmaktan duyduğu üzüntüyü anlatmakta ve kendisi ile hesaplaşmasının bunalımı içinde annesine yazdığı bir mektubunda “Anne beni bekleme” sözleri yaşamın ne zor olduğunu belirtmiştir. Hiçbir şekilde savaşmak istemeyen Romandi Pandelli, bu hunharca işlenen saldırılar karşısında yüreğinin katılaşmasından korktuğu, hiç suçu ve günahı olmayan savunmasız insanların süngülenmesi girdikleri evlerde ganimet aramak gibi soygunculuk, yetmiyormuş gibi içinde yaşlı ve çocukların bulunduğu evleri yakıp-yıktıkları genç Pandelli’yi ruhen harap etmiştir. Annesi Maria’dan gelen mektuplarda oğlunun insani duygularına destek vermekte olup, ana-oğlun insanca davranışlar sergiledikleri ortaya çıkmaktadır. Bu arda Yunan ordusundaki kaçış devam etmektedir. Son bir kez daha General Frangos’un komutasında Salihli yakınlarında toparlanmaya çalışan Yunan birlikleri ülkesini kirli çizmelerden kurtarmak için akın akın gelen Türk birlikleri karşında yine tutunamayıp, İzmir’e doru kaçmaya devam etmektedirler. Artık Yunanlıların Anadolu’da durmaları imkânsızdır. Mağlup olup İzmir’i de yakarak kaçmaktan başka yapacakları başka bir iş kalmamıştır. Romanın ilginç bir bölümünde ise yazar Hidayet Karakuş, tarihi bir notu sayfalarına aktarmakla büyük önder Atatürk’ün nasıl bir dünya lideri olduğunu da gözler önüne sermiştir. Yunanlı komutan Trikupis, tutsak edilip M.Kemal’in önüne getirilir. Mustafa Kemal esir değil misafir muamelesi yaptığı Trikupis’e komutan diye hitap edince esir Trikupis şaşkınlık içinde kendisinin komutan olduğunu nasıl anladığını sorar. Cevabını almadan Yunanlı komutan Mustafa Kemal’e “Siz savaşta neredeydiniz” diye sorması üzerine Mustafa Kemal, şu cevabı verir. “Askerlerimin arasında süngülerin parladığı yerde” diyerek Yunanlı komutanı susturur. Esir komutanın meşhur sözü “İşte savaş böyle kazanılır. Harita üzerinde pergelle cepheyi ölçerek değil” olur. “Anne beni bekleme” adlı bu romanın yazarı Hidayet Karakuş, bir savaş romanı olmasına karşın temelde barışı savunan bir yapıttır. Yazarlar her zaman barışı savunmak zorundadır. Mustafa Kemal “Savaş zorunlu olmadıkça cinayettir” demiştir. Diyerek romanının savaş akışı içinde insani duyguları da işlemiş olduğunu açıklamıştır. Konu sıkıntısı çeken film ve dizi sektörü bakalım yazar Hidayet Karakuş’u ikna ederse anne beni bekleme adlı romanın bakarsınız pek yakında beyazperde veya TV kanallarında dizi olarak izlemek imkânı buluruz. Kurtuluş’a inanların öyküsü “Toz duman içinde”, ABD sineması yani Hollywood konu bulmakta ne zaman zorluk çekse hemen ikinci dünya savaşı defterlerini karıştırarak bilinen konuları tekrar tekrar ele almaktan bıkmamışlardır. Bizimde birinci dünya savaşı dolayısıyla Anadolu’yu paylaşmak isteyen uyanık batılılarla yaptığımız ölüm kalım savaşları bence her yönü ile defalarca beyaz perdeye aktarılacak olaylarla doludur. İşte yeni bir roman, buda dizi ve sinema filmi olmaya namzet bir yapıttır. Kurtuluşa inanların öyküsü “Toz duman içinde” ki bu romanın yazarı Talip Ayaydın’dır Yazar ifadesi aynen şöyle : “1. Kurtuluş Savaşı hem dış düşmanlarla hem de onların içerideki işbirlikçilerine karşı kazanılmış büyük bir zaferdir.” Bu roman Anadolu’da düşmanla işbirliği yapan devlete ve düşmana karşı yüreğini ve tüm gücünü ortaya koyan Anadolu insanının destanıdır. Yazarın babası itirafen Kurtuluş Savaşanın tüm cephelerinde tetik çeken ve yaralı olarak köye dönünce topraksız, işsiz, ekmeksiz kalan köylünün oğluyum. Çocukluğum onu dinleyerek geçti. 1938’de köy öğretmen okulu öğrencisi olduğum gün, “Bu devlet beni okutuyor ya, tüm çektiklerim, tüm akıttığım kan ve ter helal olsun” dediğimi unutamam. Ne kadar isterdik, kendisi söylesin ben yazayım ve ondan doğrudan yararlanayım. Bu romanımı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelinde kemikleri, kanı ve teri bulunan, bugün çocuğunun adı bile bilinmeyen o unutulmuş insanların anısına sunuyorum. Onlardan biriydi benim babam. Talip Apaydın. “Hoşça kal umut” Ülkemizin 12 Eylül’e doğru gittiği günlerde, insan avının acımasızca sürdüğü devirde, ayakta durabilme mücadelesi veren gençler arasında Oruç’un hiç ümit etmediği bir anda yaşamına giren bir aşk öyküsü yaşamını sonsuza dek allak-bullak etmiştir. İşte Ayla Kutlu, insana ve yaşama dair her şeyi edebiyatın olağan üstü ve sınırsız gücüyle yansıttığı bu başyapıtında Oruç’un yaşamla yüz yüze gelişinin öyküsünü işlemiştir. Bence dizi ve film yapımcıları Ayla Kutlu’nun satışa çıkan bu kitabını almalarını ve okumalarını tavsiye ederim. Hem 12 Eylül’ün sıkıntılı günlerini ve hem de genç Oruç’un yaşadığı aşkın ne bedellere mal olduğunu göreceklerdir.