Yusuf KANLI Dostlar annemi kaybettim. Annem Şerife Kanlı, namı diğer “Koççatlı Şerife” 83 yaşında hayata daha fazla tutunamadı. Üniversite eğitimim sırasında “yokluk” kavramını bir deneme yazısında işleme gibi bir zor görevi yerine getirirken nereden okumuş ve aklımda kalmışsa, “Yaşam, doğum ile ölüm limanları arasındaki bir yolculuktur” ifadesini kullanmış ve bütün yazıyı bu yok oluş yolculuğunda önemli olanın geriye izler bırakabilmek olduğunu vurgulamaya çalışmıştım. Çok değil, daha Mayıs ayı başında benim hayatımda ve dokunduğu tüm hayatlarda çok önemli bir insan olan müstesna bir hanımefendiyi, kayınvalidem Rabia Özteke’yi kaybettiğimizde hatırlamıştım o yazımı, o yazıda kullandığım alegorileri, kelime oyunlarını... Nur içinde yatsın. Hep denildiği gibi, doğmak kadar ölmek de normal. Ya da İslam’ın kutsal kitabı Kuran’da hem de üç sürede geçen şekliyle “Külli nefsin zâikatü›l-mevt”, yani “Her nefis ölümü tadacaktır.” Ruhun bedeni terk etmesi, ruhun ölümsüzlüğü gibi tartışmaları doğal olarak alanın uzmanlarına bırakmam lazım. Aksi ciddi hadsizlik olur ki hem gereksiz hem de anlamsız. İnsan öleceğinin bilincinde olan tek hayvan ise ve hayat da doğum ile ölüm arasında bir seyahat ise sormak gerekmez mi niye bu seyahati zorlaştırıp, engellerle, aşılması gereken hedeflerle, iddialarla donatıyoruz? Ya da acaba hayat dediğimiz bu yolculuk düz, basit, heyecansız, inişi ve çıkışı olmayan,  iddiasız ve hep öngörülebilir olsa idi ne kadar sıkıcı olurdu? 10 Eylül akşamı, 8:20 gibi hayatımın en önemli kadınlarından birisi sessizce süzüldü gitti aramızdan. Annem Şerife Kanlı aylar süren çok sıkıntılı bir tedavi süreci ardından ebediyete yürüdü. Beş kardeş, eşlerimizin bazıları, torunlar, akrabalar, dostlar şahit oldular o sessiz vedaya… Üzüldük mü? Çok… Ama huzur bulduğunu, artık acı çekmeyeceğini bilmek de rahatlatıcıydı. Ayrıca, yıllar önce zamansız ve aniden bir kalp krizi ile hayatımızdan ayrılan babamız ile buluşacak değil miydi… Hepsi hikaye… O dünya değiştirme anına kadar fark edemediğim duygulara gark oldum. Yıkıldım, kayboldum… Eksik kaldım. İnatçıydı. Dediğim dedik bir kadındı. Ama pamuk gibi, tanıdığı, tanımadığı yardım isteyen herkese uzanan kocaman bir yüreği vardı. Koççat’ın İbrahim ağasının kızıydı. Zeytin tarlaları, yağ imalathaneleri vardı ailenin. 1974 sonrasında hayatında ilk kez zeytin yağı alırken görmüştüm gözünden yaş geldiğini. Milliyetçiydi, mukaddesatçıydı, dinine bağlı bir insandı. Her zaman sağlam bir Denktaş destekçisi idi ama tüm siyasi görüşlere de saygılıydı. Annan Planı döneminde ilk kez Denktaş’ın istediği şekilde oy vermedi. “Ben şanslı bir anayım; beş çocuğumun üçü yanımda… (Benim ve kardeşim İbrahim’in yurt dışında yaşamamızdan hiç hoşlanmadı) Bak komşuların çoğunun çocukları hep yurt dışında. Gelecek lazım çocuklara. Torunlarım var şimdi. Çocuklar okumaya gidiyor dönmüyor. Burada gelecek görmeleri için çözüm lazım. Çözüm olsun da ne isterse olsun, çocuklar yanımızda kalsın” demişti bana oy vermeye giderken. Bilirdim, bir konuda fikir sahibi olmuş ise döndürmek mümkün olmazdı. Yine de anlatmaya çalıştım, olmadı. “Boşa konuşma, torunları düşünme zamanı şimdi” dedi kestirdi attı o 24 Nisan sabahı. Sonra çok pişman oldu. Hele de o muazzam Kıbrıs Türk “Evet” oyuna rağmen Rumlar “Hayır” demelerine rağmen AB’ye girip Kıbrıs Türkleri de yine dünyadan kopuk bırakılınca “İhtiyar kurt (Denktaş) haklıymış… Hata ettik” demişti. Halbuki kolay kolay hata ettiğini söyleyenlerden değildi hiç… Dağıldım… Kayboldum dostlar. O aksi, inatçı ama dünyanın en kıymetli anasını kaybettim… Babam çoktan yürümüştü ebediyete zaten, şimdi öksüz kaldım. Sevgili annemi üzüntüyle ve muhabbetle ebediyete uğurluyoruz. Siyasetçisinden, diplomatına, gazetecisine, tanış olduklarımızdan bir şekilde bir yerlerde yolumuz kesişenlere dostlar telefonları, mesajları, sosyal medya paylaşımlarıyla yalnız bırakmadılar, acımızı paylaşıp azalttılar. Şükran ve sevgiyle ailece teşekkürlerimizi sunarım. Unutmamak lazım, hiç bir şey ölmez, her şey yaşar…