Murat Germen’in 28 Şubat - 8 Mart tarihleri arasında sanatseverlerle buluşan Serap | Mirage sergisi "görüntüye yaklaştıkça algının değişmesi" temasını işlerken, dijital evrenin ve kent imgelerinin etkileşimini ele aldı. Sergi ziyaretçilerini, fotoğrafın ve sesin birleşimiyle izleyiciyi gerçeklik algısını sorgulamaya teşvik ediyor. Fotoğrafın öznel bir ifade biçimi olduğunu savunan Germen, bu sergide görsel ve işitsel unsurların harmanlanarak farklı algılar yarattığını belirtti.
Sergide, görsel unsurları mozaik teknikleriyle bozarak yüksek çözünürlüklü kent görüntülerini daha yakın mesafeden algılanabilir kılmayı başaran Germen kentlerin düzen ve kaosunu yansıtarak toplumsal değerleri irdeledi. Kentin değişen yapısını yansıttığına dikkat çeken sanatçı, mimari ve yıkım arasındaki ilişkiyi sanatında güçlü bir şekilde hissettirdi. Ayrıca sergi çoğulculuk, özgürlükçülük, merhamet, eşitlik gibi birçok değerleri de fotoğraf karelerini oluşturan "kareler" aracılığıyla işleniyor.
Selin Arslan’ın "Aks-i Serap" adlı meditasyon enstrümanlarından kaydedilen sesler, sergiye özel hazırlanarak görsel eserlerle uyumlu bir atmosferi de pekiştirdi. Murat Germen, İstanbul’a dair görüntüleri “gerçeklik algısını sorgulatan” bir bakış açısıyla ele aldığı ‘Serap | Mirage’ sergisini 24 Saat Gazetesine anlattı.
Fotoğrafı bir ifade araştırma aracı olarak kullanan Murat Germen yeni sergisinde izleyiciyi bildiği sandığı şeyi sorgulamaya yönlendirme amacı taşıyor (Fotoğraf: Murat Durusoy)
Sergide, netlik ve belirsizlik arasındaki etkileşimi keşfettiğinizi belirtiyorsunuz. Bu ikiliği görselleştirmek ve izleyiciye sunmak sizin için nasıl bir yaratım süreci gerektirdi?
Dijital evrende çözünürlük (resolution), yüksek netlik (high definition – HD) gibi kavramlar var. Bunlar sayısal imgenin ne kadar keskin, net tanımlı görünebileceği ve hangi ebatlarda basılabileceği ya da basılamayacağı konularında nihai olarak karar verebilmek için gerekli bazı temel kavramlar. Bunların en temel birimi, her ne kadar farklı gösterim ortamlarında farklı birim ölçülerine sahip olsa da, piksel olarak isimlendiriliyor. Bir imge, santimetre birim başına ne kadar çok sayıda piksel ile tanımlanırsa çözünürlük o kadar net görünüyor (yüksek netlik) ve bir o kadar da büyük ebatlarda basılabiliyor ve gösterilebiliyor.
Pikseli sayısal dünyanın, netliği ise tanınabilirliğin ve aşinalığın temeli olarak algılayınca netlik ve belirsizlik arasındaki gidiş gelişi, temelde kare olan piksel kavramına bağlamak işi kolaylaştırdı. Hayli yüksek çözünürlüklü kent imgelerinin çıplak gözle görülemeyecek sıklıktaki piksellerini, Photoshop’daki “mozaik” komutu aracılığıyla daha büyük ve özellikle yakın mesafeden görünebilir hale getirmek hayli basit ve hızlı bir süreç idi. Bu işlem sayesinde hem dijital imgenin hassas ve yüksek sadakatli yapısını kabalaştırarak yapı-bozuma uğratabildim, hem de uzakta gördüğünüz, algıladığınız şeyin yakınına geldiğinizde hiç de aynı şey olmayabileceğini hatırlatma fırsatı bulabildim. Diğer yandan, Mehmet Konuralp’in 1976’da tasarladığı ve zamanı için çok avangart sayılabilecek galerinin duvarlarındaki 10x10cm ebadındaki seramik karolara da gönderme yapabilmiş oldum.
Sergilenen fotoğraflar, Maçka Sanat Galerisi'nin karakteristik karo görüntüsüne paralellik taşıyor
"Serap" ve "Mirage" kavramları, doğada görülen ama aslında var olmayan şeyleri temsil ediyor. “Bu kavramların sanattaki rolünü nasıl tanımlıyorsunuz? Fotoğraf, gerçekliği birebir gösterir” kabulü vardır. Burada bir gerçekliği, tanıdığımız bildiğimiz görüntüleri fark ediyoruz fakat netleştiremiyoruz. İzlenceyi yanıltmak, izleyiciye bir tür 'gerçeklik' sunmak mı amaçlandı, yoksa başka bir derin anlam mı taşımakta?
Öncelikle “fotoğraf gerçekliği birebir gösterir” kabulüne hiç de sıcak bakmadığımı belirtmekle başlayayım. Fotoğrafı çekmenizi sağlayan ve bir nesne olan makinenin arkasında bir özne vardır, fotoğraf ise bu özne ne göstermek istiyorsa onu içerecek şekilde çekilir; dolayısı ile özde özneldir. Özne bazı şeyleri fotoğrafa dahil ederken; kendisinin sağında, solunda, arkasında olan bir çok şeyi de bilinçli ya da mecburen kadraj dışı bıraktığından; o ana dair bir çok detayı dahil edemez. Bu da gerçek denilen şeyin çok kısıtlı bir çerçevede tasvir edilmesine yol açar ve gerçekliği “birebir” aktarmak, göstermek imkansızlaşır.
Yukarıda sözünü ettiğim olgu, arkasında bir özne olmayan güvenlik kameraları söz konusu olduğunda biraz daha farklı bir boyuta çıkar gibi gözükse de; çektiği görüntüler delil olarak kullanılabilen güvenlik kameralarının nereye konulacaklarını ve hangi açıyla kayıt yapacaklarını gene bir özne belirler sonuçta.
İzlenceyi, izleyiciyi yanıltmak gibi bir amacım yok. Daha çok, izleyiciyi bildiği sandığı şeyi sorgulamaya yönlendirme amacı taşıyorum. Gerçek diye aktarılan, ezbere tanımlar içeren, toplumsal kabuller üzerinden tanımlanan, değişmez olgu olarak sunulan, zamanla dogmalaştırılan, erk kontrolü altında dikte edilen şeyleri sorgulatmaktır amacım…
Serginizde görsel unsurlar dışında, Selin Arslan’ın “Aks-i Serap” adlı meditasyon enstrümanlarından kaydedilen sesler de yer alıyor. Sergiye özel hazırlanmış bir ses kaydı mıydı? Ses ve görsel sanatın birleşimi hakkında düşünceleriniz nedir? Sesin görsellerle uyumu izleyiciye nasıl bir deneyim sunuyor?
Evet, sergiye özel hazırlanmış bir ses kaydı idi. Mamafih, eserlerin görsel içeriklerinin ima ettiği şeylerin sese tercüme edilmesi, bir uyum yakalanması gibi bir endişe taşımadan üretildi. Bu yüzden bağımsız bir çalışma olarak görülmeli. Fotoğraflar daha somut bazı olgulara gönderme yapıp kentin yorucu karmaşasını tasvir ederken; ses, soyut bir varlık sergileyip bizi karmaşanın verebileceği manevi rahatsızlıktan uzaklaştırarak, şehrin tenha bir deniz kıyısında yalnız başına ufuklara bakarken edinebileceğimiz türden gizemli bir sükunete davet ediyordu belki de…
Teknik konusu dışında günlük yaşamda da bir görüntüye yaklaştıkça, bir kişiye, olaya veya duruma yaklaştıkça algılar değişiyor, önyargılar kırılıyor. Bu düşünceye bir gönderme olduğunu söyleyebilir miyiz?
Muhakkak ki böyle bir niyet var. Algılar mesafeye göre değişkenlik gösteriyor. Örneğin, uzaktan snob, kibirli olarak algıladığınız bir birey; kendisi ile yakınlaşma ve mesafeyi kaldırma fırsatı bulduğunuzda çok candan, verici, sıcak bir insana dönüşebilir. Aynı şey bir şehir için de geçerli, hemşerilerinin ürettiği hikayeleri bilmeden olumsuz intibalar edindiğiniz bir kent; bir müzede, sergide, bireyden veya mahalleden duyduğunuz öyküler sonrasında veya hemşerilerin misafirperverlikleriyle hayatınız boyunca hiç unutamayacağınız bir kente dönüşebilir.
Algımız; hava durumu, kişisel keyif ve enerji durumumuz, günün saati, rutin hayat tempomuzda ya da seyahat halinde olduğumuz gibi maddi ve manevi şartlara dayalı olarak duruma özel şekillenir. Aynı şeyi, yeri, şahsı şartlar farklı olduğunda farklı algılayabiliriz. Uzaklaşıp yaklaşmanın ölçüsü olan mesafe de böyle bir olgudur, farklı mesafeler farklı algılara yol açar.
"Serap" algısının belirsizliği üzerinden şehrin düzeni ve kaosunu yansıttığınızdan bahsediyorsunuz. Kent mimarisini kayda almayı sevdiğinizi de biliyorum. Sadece mimariyi değil aynı zamanda yıkımı da. Deprem sonrası Antakya’da daki yıkımı da belgelemiştiniz. Şehirdeki kaos ve düzenin sizin sanatınızla nasıl bir ilişkisi var? Bu temayı görsel olarak nasıl ele aldınız?
Kentleri toplumların portreleri olarak görüyorum. Ülkelerdeki siyasi iklim, kültürel alışkanlıklar geleneksel algılar ve onların baskıcı yansımaları kenti şekillendirir. Kültürünüzün maddi ve manevi mihenk taşları olan taşınır ve taşınmaz kültürel miras bileşenlerinin varlığı; sizin salt erk edinmek ve onu sürdürmek üzere rantı ve siyaseti ne derece kültürünüzün üstünde ya da altında tuttuğunuza bağlıdır. Bizde rant her zaman en üstte tutulduğu için, din gibi çok kutsal addedilen bir manevi kültür bileşeni bile paraya kurban edilebiliyor. Düzen paranın düzeni haline dönüşüyor, kaos ise farklı rant odaklarının birbirleri ile olan çıkar çatışmalarından kaynaklanıyor. “Hukuk”u hukuksuz bir şekilde yanınıza alıp bu rant çatışmasına meşru zemin hazırlarsanız, çok kültürlülükten beslenen mirası korumaya çalışanları sindirmeye, susturmaya and içerseniz; şehir sizin rant odaklı müdahaleleriniz sonrasında tek tipli, monoblok, huzursuz, her boşluğu doldurulmuş, nefes alınamayacak bir yere dönüşür. Bize de bunu belgeleyip paylaşmak kalır tek çare olarak, ki daha vizyoner yönetimler geldiğinde neleri yapmamak gerektiğinin delilleri olsun elimizde…
Sergi, izleyicinin algısını ve gerçeklik anlayışını sorgulamaya teşvik ediyor. Sanatınızda bu tür eleştirel bir bakış açısını hangi değerler üzerine kuruyorsunuz?
Çoğulculuk, özgürlükçülük, merhamet, eşitlik, sükunet, tevazu, yetinme, paylaşımcı ve katılımcı olma, bilmişlik veya zorbalık taslamama, azınlıklar üzerinde tahakküm kurmama, vb. gibi değerler…
Son olarak, bu serginin sizin sanat pratiğinizdeki yeri nedir? Gelecekte benzer temaları işlerken ne gibi farklılıklar ya da yenilikler eklemeyi planlıyorsunuz?
Maçka Sanat Galerisi 49 senedir Türkiye çağdaş sanatının nabzını tutan bir sanat kurumu. Bu geniş ve kapsamlı yelpazenin parçası olmak, sanatımızı yönlendiren öncü sanatçılarla birlikte anılıyor ve işbirliği yapıyor olmak gerçekten değerli. Bu sergide gördüğünüz içerik, galerinin mimarisine ithafla özel olarak üretildi ve eserler sergi bitip başka mekanlara taşındığında bu köklü galeriden görsel bir iz taşıyor olacaklar.
Gelecekte başka teklifler geldiğinde; temaları mümkün olduğunda mekana, zamanın ruhuna, işbirliği yaptığım diğer sanatçılara, varsa küratörün öne sürdüğü kavrama samimi bir şekilde bağlamak isterim. Ama bu her zaman mümkün olmayabilir, süreç tümüyle sizin elinizde olmadığı için…
1
Halihazırda üzerine çalıştığınız, gelecekte planladığınız çalışmalar neler?
Hep birkaç süregiden projem oluyor. Tek bir projeye odaklanmak yerine, birden fazla şeyle ilgileniyorum çünkü çeşitlilikten hoşlandığımı daha önce belirttim. Bir projeye tamamen odaklandığınızda, gözünüz yalnızca o filtreyi ile bakmaya başlıyor ve kendinizi kısıtlamış oluyorsunuz. Ancak birden fazla şeyle ilgilendiğinizde, gözünüz çok daha geniş bir perspektifle bakabiliyor.
Süregiden projelerimden biri "Yeni İpek Yolu" adını taşıyor. Bu projede, sürücü olmadığım zamanlarda arabadan ya da otobüs, minibüs, tren gibi araçlardan çekimler yapıyorum. Eşim sürerken ya da başka bir sürücünün kullandığı araçla ile bir yerden bir yere giderken, pencereden çekim yapıyorum. Eski yolları, örneğin İpek Yolu’nu düşünün. İpek Yolu’nun Türkiye’den geçen kısmında kervansaraylar bulunuyordu. Bir kervan, uzun mesafeler boyunca ilerliyor ve yaklaşık 100-200 kilometrede bir kervansarayda dinleniyor, sonra tekrar yola çıkıyordu. Şimdi o yollar çok farklı. Bugün, yol kenarlarında güneş santralleri, rüzgâr santralleri, fabrika binaları, benzin istasyonları, mola yerleri, outlet mağazaları vb. var. O eski yol coğrafyası gerçekten çok değişmiş durumda. Bu değişimi kaydediyorum ve bunu bir gün sergi yapmak niyetim var.
İstanbul üzerine bir kitap teklifi almıştım. Elimde İstanbul’la ilgili oldukça fazla materyal var, ama gene de yeni içerikler üretmem gerektiğini düşündüm; zamanla içerik daha olgunlaşacaktı çünkü. İstanbul diye geçen ama aslında İstanbul’la hiç alakası olmayan yeni yerler keşfettim. İstanbul kitabında bu yerler olmazsa olmaz. Örneğin, Marmaray İçmeler İstasyonu’ndan okula giderken o bölgede gördüğüm öyle bazı yerler var ki, bildiğimiz merkez İstanbul’la hiç alakası yok. Bu yerler kendi içlerinde alt merkezler oluşturmaya başlamış. Örneğin, Sultanbeyli’de bir sanat mekanı açıldı, adı Yunt. Birçok insan, "Sultanbeyli'de sanat mekanı mı olur?" diye düşündü. Ben de diyorum ki, neden olmasın? Sen bölgeyi önemsediğin sürece, bölge de seni önemseyecektir. Bu kadar basit. Böyle yerleri dahil etmeden bir İstanbul kitabı bence eksik olur. Bu yüzden 2025 ve 2026'yı, sağlığım ve ayaklarım elverdiği sürece İstanbul'u daha fazla keşfederek ve kitaba yeni malzeme üreterek geçireceğim.